ŞİKAGO
Amerika’nın New York ya da Los Angeles gölgesinden kurtulmaya çalışan ya da onlarla yarışan kenti. İkinci kent olmak Şikagoluların baş etmeye çalıştıkları önde gelen dert olagelmiş. Öyle ki, “ikinci kent” çok bilinen “esintili kent” ile birlikte Şikago’nun takma adlarından birisi olmuş. Üç milyona yaklaşan metropol nüfusuyla ve Michigan gölünden gözler önüne serilen gökdelenli ve görkemli panoramasıyla bir görenin bir daha unutamayacağı kent. Ortabatının tartışmasız en önemli yerleşimi.
Şikago Belediyesi’nin bayrağı beyaz üzerine iki mavi şerit ve onların arasında yer alan altı köşeli dört yıldızdan oluşmakta. Beyaz şeritler yukarıdan aşağıya doğru sırasıyla kentin Kuzey, Batı ve Güney bölgelerini; Mavi şeritler ise Michigan Gölü ve Şikago ırmağının Kuzey Kolu ile Şikago ırmağının Güney Kolu ve Büyük Kanal’ı simgeliyor. Altı köşeli 4 yıldız ise sırasıyla kent tarihindeki önemli olayların anımsatıcıları olarak belirlenmiş. Bu önemli köşetaşları Fort Dearborn (Şikago’da yerleşimin başladığı yer), Büyük Şikago Yangını, Dünya Kolomb Sergisi ve İlerleme Yüzyılı Sergisi’dir.
Altı köşeli yıldız ise her bir yıldızda farklı olmak üzere ulaşım, din, eğitim, yurttaşlık övüncü, adalet, ticaret, finans, Fransa, Büyük Britanya, Virginia, Kuzeybatı toprakları, Kızılderili toprakları, Illinois eyaleti, kongre kenti, harika kent, vb kavramları simgelemektedir.
Şikago, Michigan Gölü’yle olan iç içeliğinin yanı sıra sıcak denizlerle de bağlantılı. Şikago ırmağı ve Mississipi aracılığıyla Şikago’dan demir alan bir teknenin Meksika Körfezi’ne erişmesi olanaksız değil.
Hindistan’a varmayı umarken 1492’de yeni dünyayla tanışan beyaz adam Şikago’ya ilk olarak 1673’te ayak basmış. Fransız Cizvit papazı Jacques Marquette ve kaşif Louis Joliet Şikago’nun henüz Şikago olmadan önce ilk farkına varanlar. Buna karşılık ilk ciddi ve kitlesel yerleşim için 100 yıl daha geçmesi gerekmiş. Amerikan İç Savaşı sonrası Birleşkik Devletler topraklarına katılmış. Direnseler de, yerliler Şikago’da 1803’te ilk yapıların yükselmesinin önüne geçememişler. Fort Dearborn, Şikago’daki ilk yerleşimin olduğu nokta olarak kabul ediliyor. Şimdiki Mişigan Bulvarı Köprüsü’nün güneyinde kalmış bir noktaya denk düşüyor. Yerlilerle olan çaıtşmalar 1832’ye kadar sürmüş. Daha fazla direnemeyen bölgenin gerçek sahipleri bir daha var olmamacasına ortadan kaldırılmışlar. Canını kurtaranlar da korkularından olsa gerek bir daha buralara gelmeyi akıllarından bile geçirememiş. Cismi değilse de ismi Kızılderili kökenlidir bu kentin. Şikago yerli dilinde yaban soğanı demek olan Şekogu’dan köken almıştır. Amerika’nın başka pek çok yerinde olduğu gibi yerlilere dair yaşayan tek şey adlardır.
Şikago’nun yerleşime açılması ve son yerliden de arındırılmasıyla başlayan büyüme serüveni sayısal verilerle de desteklenebileceği gibi son derece görkemlidir. 1832’den 1870’e dek kentin nüfusu bin kat artış göstermiştir. 1848’de Illinois Michigan kanalının tamamlanması ve demiryolunun da gelmesiyle kentin yazgısı değişmiş ve bundan böyle oynayacağı rol de belirlenmiştir. Şikago tarım ve endüstri üretiminin merkezi ve Batı’ya açılan penceresi olacaktır.
Özellikle New York’ta aşağı Manhattan’daki asırlık yapılara baktığınızda hiç gözünüzden kaçmayacak ve değişmez şekilde varlığını sürdüren yangın merdivenleri görürsünüz. Önemli bir çok yerleşim yeri gibi Şikago’nun tarihinde de önemli bir yangın felaketi vardır. 1871’in 8 Ekim günü Şikago Irmağı güneyinde başlayan Büyük Yangın kısa zaman içinde ırmağı aşarak kuzeye de yayılmış ve 18.000 yapının yok olması ve 90 bin kişinin evsiz kalmasıyla sonuçlanmıştır. Şaşırtıcı bir hızla yeniden yapılan Şikago 1493’te Amerika’nın bulunuşunun 400. Yılı için düzenlenen Dünya Kolomb Sergisi’ne ev sahipliği yapacak gelişmişliğe erişmiştir. Büyük Yangın felaketi diğer yandan da kenti yeniden yapan mimarların önemli yapıtlar vermesi gibi olumlu bir sonuca da yol açmış. Anıtsal ve dekoratif yapılarıyla Şikago Amerika’nın Atina’sı olarak da anılır olmuştur.
Hemen hemen bütün büyük ABD kentlerinin geçmişinde rastlanabilen büyük yangınların çağın kentsel dönüşüm aygıtı olduğu konusunda düşünceler oluşmaya başladı kafamda. Dünyanın başka pek az sayıda kentinde bu denli büyük yangın felaketi yaşanmış olması böylesi bir algıyı tetiklemiş oluyor.
Şikago’nun tanıklık ettiği olaylar ününün katlanmasında önemli rol sahibidir. Endüstriyel gelişmeye koşut olarak artan emekçi sayısı Şikago’nun 1886’da ölümlü Samanpazarı Çatışmaları’na sahne olması sonucunu yol açmıştır. Günde 8 saatlik çalışma istemiyle başlayan direnişler bu hakkın kazanılmasıyla sonuçlanmış. Bu çatışmalardan sonra dünyada 1 Mayıs’ın Emekçi Bayramı olarak kutlanmasına karşılık bu olayın yaşandığı ABD’de bu günün bir anlam taşımıyor oluşu da ironik bir durumu yansıtır. Bugünlerde Samanpazarı’nın yerinde yeller esiyor. Neyse ki, Randolph Caddesi’nin hemen kuzeyindeki Des Plaines Caddesi’nde bu olayın anısına konulmuş olan bir plaket bu tarihsel olgunun günümüze ulaşan tek belgesi olarak varlığını sürdürüyor.
Şikago iyi ve olumlu olanların yanı sıra olumsuz özellikleriyle de ününe ün katmış. 1920’lerde kentte kendini gösteren Alcapone önderliğindeki çetecilik o günün ölçüleriyle yılda 100 milyon doları aşan bir ciro getirisine sahip yer altı etkinlikleriyle nam salmış. İçki kaçakçılığı, kaçak içki satışı, genelev ve kumarhane işletmeciliği başta olmak üzere yasadışı ama son derece kazançlı sayısız alanda gösterilen etkinlik kentte huzurun bozulmasının yanı sıra korku salması bakımından da göz ardı edilemeyecek etkiye yol açmış. 1929 yılının Sevgililer Günü’nde Alcapone çetesi üyelerinin karşıt çeteden 7 kişiyi Kuzey Yakası garajı yakınlarında öldürmesi kent tarihine kara harflerle geçen sayısız olgudan akılda en çok kalanıdır. Uzun uğraşlardan sonra yakalanan Alcapone yıllarını San Fransisco’daki ünlü Alcatraz cezaevinde geçirdikten sonra, emekliliğinde Florida’ya yerleşmiş. 1947’de henüz 48 yaşındayken hızlı yaşamı nedeniyle yorulan kalbine yenik düşmüş.
ŞİKAGO’DA BİR GÜN
Herhangi bir kente ikinci kez gitmek bir yandan kolaylık diğer yandan ise güçlük yaratıyor. “Nereden başlayacağım?” karasızlığımı yenmeye çalışırken Şikago’yu anlatan bir rehber kitaba can simidi bulmuş gibi sarıldım. Bir gün için önerilen yürüyüş rotasına uydum. Son derece zahmetsiz ve kolaycı bir seçenekti. Hedefi olan bir insanın rahatlığı içindeydim. İlk işim toplu taşıma araçlarından yararlanmak için 7 günlük paso edinmek oldu. Bolca yürümek ve toplu taşıma araçlarını kullanmak bir kenti tanımanın en iyi iki yolu. Her ikisi de çevrenizi inceleme fırsatının yanı sıra insanları izleme olanağı sunuyor.
Şikago istasyonundan bindiğim mor hat treniyle bir kaç dakika sonra kendimi Loop’da buldum. Loop kentin kalbi dense yeridir. Yer altındaki metro istasyonlarının yanı sıra çevredeki gökdelenlere öykünürcesine yükseltilmiş tren yolunda eski adıyla Sears ve yeni adıyla Willis Kulesi’ne yakın bir istasyonda indim. Bu görkemli gökdelen uzunca bir süre dünyanın en yüksek yapısı olmakla övünç kaynağı olmuş Şikagolulara. Yeri gelmişken paylaşalım. 110 katlı bu gökdelen tamamlandığı 1973’ten bu unvanını yitirdiği 1998’e dek yalnız kentin ya da ABD’nin değil dünyanın en yüksek binası olma onurunu taşımış. Sabahın erken saatlerinde henüz hizmet vermeye başlamadığı için camdan kabiniyle tepesine çıkabileceğiniz Sky Deck deneyimini yaşama fırsatını kaçırdım. Kulenin çatısından Wisconsin eyaletini gözlemlemek bile olanaklıymış. Rota gereğince Willis Kulesi’ni geride bırakıp Chicago ırmağının güneyden gelen kolu boyunca Wacker Caddesi’nden kuzeye doğru yürümeye başladım.
Bu yürüyüşten aklımda kalan Şikago’nun mevsim normalleri üzerindeki havasının bile ısırıcı bir soğuğa denk düştüğüydü.
Samuel Insull tarafından yaptırılan ve 1929’da hizmete giren, 3500’ü aşkın koltuğuyla Kuzey Amerika’nın en büyük ikinci tiyatro salonu The Civic Theatre’dan söz etmeden geçmek bu görkemli yapıya haksızlık olur. Kırkbeş katlı bölümü büro olarak kullanılırken 22 katlı bölümü ise bugün için Şikago Lirik Opera’sının hizmetinde. Dış görünümü tahta benzediği için Insull’un tahtı diyenler de çıkmış bu görkemli yapıya.
Şikago ırmağının güney kolu yatay caddelerin her birisi için ayrı ayrı olmak üzere köprülerle aşılıyor. Kuzeyde Şikago ırmağının kuzey-güney kollarının birleştiği köşede tam karşımda duran yapı Merchandise Mart. Dünyanın en büyük ticari yapısı. 1931 yılında tamamlanmış ve günümüzde yoğunlukla iç dekorasyon ve mobilya firmalarına mesken olmuş. Merchandise Mart’ın hemen sağında mısır koçanı benzeri Marine City kulelerini görüyorum. Savaş sonrası Şikagosunun önemli yapılarından sayılıyor. Kent içinde kent ilkesinden yola çıkılarak gerçekleştirilen bir projenin ürünü. Yapım tarihi 1954-1959.
Tam da burada hizadan çıkıyorum. Rehberin önerisine elbette uyacağım ama küçük bir kaçamakla bir daha fırsat bulamama kaygısının önüne geçmek amacım. Bir de bu rotaya uymanın katkı yapmaya engel olmadığını düşünmeye çalışarak suçluluğumu bastırmış oluyorum. Köprülerden birinden ırmağın güney kolunu aşıp batıya yöneliyorum. Amacım bir tarihin yapıldığı mekana göz atmak. Bir bakıma oradaydım demek. Gördü olma tutkusu da denilebilir. Birkaç dakika içinde Batı Randolph ve Des Plaines caddelerinin köşesindeki Samanpazarı’nda buluyorum kendimi. O zamanların Samanpazarı demek istiyorum. 1886 yılının 1 Mayıs gününde her 1 Mayıs emek bayramında tarihçe adına dile getirilenlerin yaşandığı yerdeyim. Küçük bir anıt ile ölümsüzleştirilen bu çatışmada polis hak arayan (günde 8 saat çalışma) kalabalığın üzerine ateş açar. 4 işçi ve 7 polis yaşamını yitirir. Hareketin önderlerinden 8 kişi kısa sürede tutuklanır ve aralarından beşi ölümle cezalandırılır. İzleyen dönemde Amerikalı emekçiler Amerikan Sendikalar Federasyonu’nda örgütlenirler. 1894’te ise tarihte ilk kez siyah ve beyaz işçiler ortaklaşa eylem yaparak emek mücadelesinde yeni bir sayfa açtıkları bilgisini anımsadığımda; bu işbirliğini gerçekleştirenlerin ne denli tarihsel bir eylemi yaşama geçirdiklerinin yanı sıra bu önemli olgunun ne kadar farkındaydılar diye mırıldanmaktan alamıyorum kendimi. Bu önemli tarihsel olay, 1992’de yaptırılan anıtla ölümsüzleştirilmiş. Anıt çevresindeki plaketlerden buranın 2000’li yıllardan sonra daha fazla ilgi görmeye başladığını anlıyorum. Daha fazla uzatmadan yeniden rotama dönüyorum.
Amerikan kentlerinde yürürken evsizlere rastlamanız son derece olağan bir durum. Özellikle gündüz saatlerinde çekinmenize ve ürküye kapılmanıza gerek yok. Pek çoğunun yaptığı günü kuytu bir köşe bulup battaniyelerine sarınarak uyuklamakla geçirmektir. Çünkü, o soğukta gece uyumaya gelmez. Canınızla ödersiniz bu ölümcül hatayı. Burada bir parantez açmakta yarar var. Dünya nüfusunun % 5’inden azına sahip ABD fosil yakıt kaynaklarının % 25’inden fazlasını tüketerek toplam CO2 salınımının 1/3’ten fazlasından sorumludur. Dünya ekonomisinin bir numarası, dünya bilimsel üretiminin uzak ara önde giden gücü nasıl olup da azımsanmayacak sayıda yurttaşını sokakta bırakıyor? Yanıtı aranmalı!
Biraz daha göle doğru doğuya ilerleyip La Salle caddesine girince post modern cam-çelik James R Thompson Merkezi dikkat çekici bir yapı olarak duruyor karşımda. (İ)konik bir mimari yapıt olduğuna kuşku yok. Dış bükey camdan ön cephesi objektifimi gökyüzüne doğru yöneltmemi kaçınılmaz kaçınılmaz kılıyor. Bu arada giriş kapısının hemen önündeki Jean Dubuffet imzalı fiberglas heykel bir görenin bir daha unutmayacağı türden. Ayakta duran bir hayvana, ağaca ve giriş kapısına da benzetmek olası. Ben de gönlümden geçene benzetip yoluma devam ediyorum.
Dearborn-Jackson kesişmesinde Alexander Calder imzalı dev Flamingo heykelinden söz etmekte yarar var.
Biraz ilerleyip Clark caddesine girdiğimde kendimi Şikago’da uzun yıllar politka sahnesinde yer alan ve belediye başkanlığı da yapan Richard Daley Plaza önünde buluyorum. Önündeki “Pablo Picasso’nun Adsızı”nı fotoğraflıyorum. Daley Plaza demişken Şikago’nun efsane belediye başkanı Richard Daley’den de söz etmek gerekiyor. İlk kez 1955’te seçilen ve ardışık beş seçim kazanan Daley ardında bıraktığı yapıtlarla adını iz bırakanlara yazdırmış oluyor.
Daley Plaza bahçesinde yaklaşan Noel nedeniyle her yıl bu zamanlarda açılan Christkindlmarket de ilgi çekici bir yer olarak kendisini gösteriyor. Her türden hediyelik eşya satışının yapıldığı bu yerde karnınızı doyurmanızın yanı sıra soğukta içinizi ısıtacak türden bir şeyler içmeniz de olası. Önünden geçtiğimde henüz açılmamış olmakla birlikte yaptığınız alışverişi taşımanız için Noel çantaları dağıtılmaktaydı. Alışveriş edemesem de çantasıyla yetindim.
Adams caddesindeki Berghof Kafe’de kahve yudumlamak iyi bir seçenekti. Pazar sabahının erken saatleri bu hevesimi kursağımda bıraktı. La Salle’den güneye doğru biraz daha ilerlediğimde varlığıyla bulunduğu sokağı çıkmazlaştıran Şikago Borsa’sı bütün görkemiyle kendini gösteriyordu. Girişteki iki heykelden birisi tarımı diğeri de endüstriyi simgelemek üzere tasarlanmıştı.
Jackson Bulvarı’ndan doğuya ilerleyip Dearborn Caddesi’ne girince Monadnock gökdelenlerini gördüm. Aynı adı taşısalar da 1. ve 2. Monadnock kuleleri mimari ve inşaat tekniği bakımından önemli farklılıkları yansıtmaktaydı. İlkinin kalın duvar ve derinlikli penceresinden ikincide eser yoktu. İkinci Monadnock yapıldığı dönemin mimarlık harikası olarak da anılmış.
Önerilen yürüyüş turum kentin ilk Afro-Amerikalı Belediye Başkanı olan Harold Washington’un adını taşıyan kütüphanenin önünde sonlandı. Yapı bir çok Şikagolu tarafından kütüphaneden çok kaleye benzetilmekteymiş.
İki saat süren bu rotanın sonuna geldiğimde zaman zamanım olduğunu farkediyorum. Bu kentte ikinci kez bulunmanın yararını tam da bu noktada görüyorum. Yürüyüş turunu doğaçlamayla uzatıyorum.
Müzeler yerleşkesine kadar yürüyüp sırasıyla Grant ve Milenyum Park yoluyla geri dönmek iyi bir fikir gibi geldi bana. Müzeler yerleşkesinin komşuluğunda Şikago Bears (Amerikan futbolu) takımının maçlarını yaptığı Soldier Field Stadı var. Bir anda kendimi insan selinin içinde buluyorum. Öyle bir insan seli ki coşmuş ırmak gibi satdyuma akıyor. Bu selin içine girmiştim bir kez. Geriye dönmeye gitmeye cesaret edemedim. Kendimi kaptırdığım selde boş durmayıp insanları izleme görevini yükledim kendime. Her yaştan Şikagolu, erkeği ve kadını, çocuğu ve genciyle Bears’ın maçına akma telaşında. Ama, bizde olduğu gibi ne bir taşkınlık ne de bir bağırış çağırış işitiyorum. Maça değil de pikniğe gider gibi bir havaları var.
Kalabalıktan kurtulunca Field Müzesi önüne atıyorum kendimi. İçeride, girişte ziyaretçileri karşılayan dinozor Sue iskeletinin metalden benzeri müze bahçesini süslüyor. Sue bu müzenin en önde gelen yapıtı benim der gibi.
Kent merkezine dönüş yolundayım. İlk olarak Amerika’yı bulan Kristof Kolomb’a rastlıyorum. Kolomb anıtları hem ABD’de hem de kıtanın bütününde sayılamayacak kadar çok olmalı. Güney Michigan Bulvarı’nın Doğu Roosevelt Caddesi ile kesiştiği köşedeki Grant Park’ta sıra sıra başsız ve kolsuz ve hatta gövdesiz insan heykelleri çekiyor dikkatimi. Bu heykel topluluklarından oluşan çalışmaya bizlerin tanışık olduğu bir ad verilmiş : Agora. Yontucusu Polonyalı Magdalena Abakanowicz. Şikago’da hatırı sayılır sayıda Polonya kökenlinin yaşadığını anımsatalım. Heykellerin her biri 2.7 metre yüksekliğinde ve 820 kilo ağırlığında. Kırımızımsı renge kavuşması için paslanır demirden, ağaç kabuğuna benzer görünümde yontulmuş. Agora, bilindiği gibi kentsel buluşma alanı anlamına gelmekte. Başsız ve gövdesiz olmaları tümüyle buyrukla davranan beyinsiz organizmalara vurgu yapmayı amaçlamış. Bu ilginç heykel topluluğundan oluşan yapıt hakkında Şikago halkından nefret ve hayranlık gibi uçlara yönelen geri bildirimler alınmış. Buna karşın birileri bu yapıtları “ucube” olarak damgalayıp yok etmeyi akıl edememiş. Daha alacakları epey yol var deyip Kars’ta artık olmayan ucube İnsanlık Anıtı’na selam göndermekle yetinelim. Gerek Loop yürüyüşü ve gerekse Michigan gölü kıyısındaki parklarda dolaşırken her an her köşede bir ucubeyle karşılaşmanız olanaklı. Hemen her olanak bir ya da birkaç ucubenin kent halkına sunulması fırsatı olarak değerlendirilmiş.
Kuzeye doğru yürüyüşümü sürdürürken bir çiçek bahçesi ve onu anlatan plaket ilgimi çekiyor. İlgimi çekenin Şikago’ya özgü bir kadın parfümü ve bu parfümün elde edildiği bitkilerden oluşturulmuş bir bahçe olduğunu anlıyorum.
Bu bahçenin hemen karşısında kentin orta yerinde sebze yetiştirme projesinin bir örneğiyle karşılaşıyorum. Şikago’nun göbeğinde bir sebze bahçesiyle karşılaşacağımı kırk yıl düşünsem aklıma getirmezdim.
Biraz daha göle doğru yönelince Buckingham Çeşmesi mevsim nedeniyle fıskiyeleri çalışmasa da görüntülenmek için bekliyor gezginleri.
Abraham Lincoln’ü oturmuş olarak betimleyen heykel hiç yabancı gelmiyor bana. Kim bilir kaç tane Lincoln heykeli Amerika’nın çeşitli kentlerini süslüyordur diye soruyorum kendime. Washington DC’de gördüğüm geliyor aklıma.
Şikago Sanat Enstitüsü’nün önünden geçerken içeriye girmeye zamanım olmadığını üzülerek fark ediyorum. Bahçedeki metal heykellere göz atmakla yetiniyorum. Bunlardan birisi Alexander Calder imzalı “Uçan Ejderha” ve bir başkası da David Smith imzalı “Cubi”.
Biraz daha ilerideki Milenyum Parkı’ndayım. Çelik tenteli ve halatlı Pritzker Konser Çadırı dikkatimden kaçmayacak denli ilginç bir yapı olarak çıkıyor karşıma. Bu yapıt karşısındaki şaşkınlığımı henüz üzerimden atamamışken karşımda bir başkası var. Bulut Kapısı olarak adlandırılan ve kocaman bir fasulyeye benzeyen dışbükey ayna işlevi de gören bu metalik yapıt kendi fotoğrafımı çekme olanağı veriyor. Paslanmaz çelikten 168 parçanın bir araya getirilmesiyle yapılmış olan bu sıradışı yapıt Hint kökenli İngiliz sanatçı Anish Kapoor imzasını taşıyor. Bu ilginç yapıtın hemen yanı başında ve Michigan Bulvarı komşuluğunda buz pateni yer almakta. Sayısız insan buz sporunun zevkini çıkartma peşinde.
Bunca doğaçlamaya ve uzatmaya karşın gün henüz bitmiş değil. Bir yerlere daha uğranabilir. Önceki gelişimde de uğradığım Çin Mahallesi iyi bir seçenek. En yakın (kırmızı hat) metro istasyonundan kendimi trene atıyorum. Cermak/Çin Mahallesi istasyonuna varmam dakikalar alıyor. Bu istasyon artık yer üstünde, metronun kırmızı hattı güneydeki son durağı Dan Ryan’a dek yüzeyden yol alacak. Karanlık basmasa da gün batıyor. İstasyondan adımımı atar atmaz Çin Mahallesi’nin dokuz ejderhalı rölyefi, görkemli pagodası ve albenili ışıkları karşılıyor beni. Şikago Çin Mahallesi’nin kuruluşunun 100. yıldönümü kutlanmaktaymış. ABD’nin hemen tüm büyük kentlerinde irili ufaklı Çin Mahallesi var. Altına Hücum eden Pasifik’in karşı kıyısındaki Çinliler ilk olarak San Fransisko’dan girmişler yeni dünyaya. Doğal olarak en büyük Çin Mahallesi de bu kentte. Gelenek ve göreneklerine bağlı Çinliler her şeylerini beraberlerinde getirerek sözcüğün tam anlamıyla bir getto oluşturmuşlar topluca yerleştikleri bu mahallelerde. San Fransisko’daki Çin Mahallesi’nde onyıllardır yaşayıp da tek sözcük İngilizce konuşmayan sayısız Çinli bulunduğunu okuduğumda inanmakta güçlük çekmiştim. Çin Mahalle’lerini görünce bu durumu hiç de yadırgamadığımı anımsıyorum. Dünyanın neresine yolum düşse Çin Mahallesi var mı yok mu diye araştırma gereği duyarım. Varsa kısa bir zaman ayırıp oralarda bulunmanın ve çevreyi gözlemlemenin kaçırılmaz bir fırsat olduğunu düşünürüm. Yüzüncü yılını kutlayan Şikago Çin Mahallesi’nin büyüklük bakımından ABD’nin üçüncüsü olduğunu öğreniyorum. Bankası, lokantası, hediyelikçisi ve bakkalıyla Çin Mahallesi ayrı bir dünya demek. Çeşitliliğin önemli bir unsuru demek yanlış olmaz. Şikago Çin Mahallesi’nde Sekiz bin dolayında Çinli’nin yaşadığı biliniyor.
Şikago’da bir gün böylelikle sona eriyor. Karanlıkta özellikle kentin bu bölgelerinde dolaşmanın doğru olmadığını duyumsuyorum. Adımlarımı hızlandırarak metro istasyonuna yöneliyorum…

Yorum bırakın