POTSDAM
Berlin’in içinde bir ada gibi yer aldığı Brandenburg eyaletinin başkenti de olan Potsdam 200 bine bile varmayan nüfusuna karşılık yakın ve uzak tarihte önemli yeri olan bir kent. Havel ırmağı kenarında konuşlu kent Berlin’e trenle yarım saatlik uzaklıkta. Berlin gezginlerinin kaçırmaması gereken bir yer.
Hoş bir tren yolculuğuyla doğal güzellikler eşliğinde erişmek mümkün Potsdam’a.
Tarihte Potsdam ilk olarak 993 yılında Poztupimi adıyla boy göstermiş.
1416’da Hohenzollern egemenliği altına girmiş.
Elektör II. Frederik 1640’da Potsdam’ı Berlin’in yanı sıra ikincil yaşam alanı olarak belirlemiş.
Potsdam, 1839’da Prusya demiryolu ağının Berlin’den uzandığı ilk kent olmuş.
Kent İkinci Dünya Savaşı sonrasında Doğu Almanya’nın en büyük eyaletinin başkenti olarak sürdürmüş varlığını ve önemini.
Potsdam’a gelmeden önceki istasyonlardan birisi olan Wannsee’nin adına hiç de yabancı değiliz. Nazi rejiminin üst düzey görevlilerini 20 Ocak 1942’de bir araya getiren bu kendi halinde köyde deyim yerindeyse Yahudilerin ipi çekilmiş. Wannsee’de alınan kararlar gereğince o tarihten başlayarak dışlanan ve kovulan Yahudilere artık gaz odaları ve fırınların yolu gözükmeye başlamış. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Yahudilere yönelttiği vahşetin kararlaştırıldığı şirin görünümlü Wannsee bu yönüyle tüylerimizi ürpertmeye yetiyor.
Potsdam istasyonunda trenden indikten sonra indi/bindi otobüslerine yöneliyoruz. Böylelikle kentin görülesi yerlerine ulaşım sağlanabildiği gibi, istenilen yerde inip, bir sonraki otobüsle turu sürdürme olanağı veriyor gezginlere.
İndi/bindi otobüsünün ilk durağı Film Müzesi. Adı yanıltmasın! Yalnızca müze değil Almanya’nın en önemli sinema merkezlerinden birisinin önünden geçiyoruz. 1917’de kurulmuş olan Babelsberg Film Stüdyoları Alman film endüstrisinin kalbi sayılıyor.
Bir sonraki durakta kentin ana giriş kapısı Brandenburg’dan ve Luisen Meydanı’ndan geçiyoruz. Brandenburg Kapısı Roma biçemli bir zafer takı olarak tasarlanmış. Geçmişte bu kapının olduğu yerde bir kale kapısı varmış. 1770’de tamamlanan kapının Korint sütunları üzerindeki alınlığında Mars ve Herkül betimlenmiş. Luisen Meydanı’nın ortasını ise fıskiyeli oldukça büyük bir havuz süslüyor.
Potsdam’daki yolculuğumuzun bir sonraki durağı pek çok kişinin filmlerden bildiği bir köprü. 1907 yapımı Glienicke Köprüsü yalnızca Havel ırmağını aşıran bir yapı değil. Soğuk Savaş döneminde iki tarafın casus değişimlerini gerçekleştirdiği sınır köprüsü. Bu nedenle Casuslar Köprüsü olarak da adlandırılmış.
Köprünün üzerinden geçtikten sonra geri dönüp Cecilienhof’a yöneliyor otobüsümüz. Hohenzollern saraylarının sonuncusu olarak 1914’te yapılmaya başlanmış. Adını Kayzer Wilhelm’in eşinden almış. İngiliz kır evi biçeminde. Bu saray asıl ününü 2. Dünya Savaşı sonrasında (Temmuz-Ağustos 1945) gerçekleştirilen Potsdam Konferansı’na borçlu. Stalin, Truman ve İngiliz Başbakanı Atlee’nin katılımıyla savaş sonrasının tasarımları ilk burada masaya yatırılmış.
Daha sonra Almanya’nın orta yerindeki Rus mücevheri olarak da adlandırılan Rus kolonisi Aleksandrovka’dan geçiyoruz. Prusya İmparatoru III. Frederik Wilhelm’le Rus Çarı Aleksandr’ın dostluğu bu Rus kolonisinin Potsdam’daki varlık nedeni olmuş. (1826)
Rus Kolonisi’nin komşuluğundaki Sansoucci Sarayı Büyük Frederik zamanında 1745’te yapılmış. Şarap tanrısı Baküs’ten esinlenilmiş.
Hemen yanına da Limonluk (Orangerie) yapılmış mimar Unger tarafından. 1851-1864 yıllarında yapılan Limonluk Floransa’daki Ufizzi’yi andırıyor. İtalyan etkisi altındaki Alman Romantik Hareketi’nin bir dışavurumu sayanlar da yok değil bu önemli yapıyı.
Bir sonraki durak olan Yeni Saray’da iniyoruz. Niyetimiz Yeni Saray’ı selamladıktan sonra Sansoucci Parkı’nı yürüyerek geçip eski kentin ana girişi Brandenburg Kapısı’na ulaşmak.
Yeni Saray Büyük Frederik döneminde Yedi Yıl Savaşları nedeniyle hazine neredeyse bomboşken güç ve kuvvet gösterisi amacıyla yaptırılmış. Büyük Frederik’in tarafından da vurgulandığı gibi amaç gösteriş.
Kayzer II. Wilhelm Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcı sayılan bildirgeyi Yeni Saray’da imzalamış.
Parkın doğu ucundaki Dikilitaş’a doğru yürürken sağımızdaki hoş yapı dikkatimizi çekiyor. XVIII. Yüzyıl ortalarında Büyük Frederik’in isteğiyle yapılmış. Yeşillikler içindeki Çin Çayevi’nin pırıltısı ve çekiciliği fark edilmeyecek gibi değil.
Biraz ilerledikten sonra solumuzda bir Yel Değirmeni beliriyor. Tam da Sansoucci Sarayı’nın önündeki yel değirmeninin öyküsü “Berlin’de Yargıçlar Var!” aforizmasını anımsatıyor. Büyük Frederik Sansoucci Sarayı’nı yaptırırken sarayın görüntüsünü bozan yel değirmeninden hoşlanmaz. Köylüden buradan ayrılması isteğine uzlaşmaz bir yanıt alır. Hükümdarın üstelemesi üzerine köylü “Berlin’de yargıçlar var!” anımsatmasını yapmak zorunda kalır. Yel değirmeni sarayın önünü süslemeyi sürdürdüğüne göre gerçekten de Berlin’de yargıçlar varmış demek düşüyor bizlere de! Bundan bir kaç yüzyıl önce Berlin’de yargıçların varlığı kuşkusuz insanlık için övünç kaynağıdır. Ama, içinde bulunduğumuz XXI. yüzyılda Türkiye’de yargıçların varlığının kuşkulu oluşu bir o kadar utanç gerekçesidir.
O gün için görüntüyü bozduğu savlanan yel değirmeni günümüzde gezginlere eşsiz bir manzara sunuyor fotoğraflamaları için. Hemen arkasında parabolik teraslarla süslenmiş yükselti üzerindeki Sansoucci Sarayı’nı da bir kez daha fotoğraflamaktan alamıyoruz kendimizi.
İnsana huzur veren dingin ortamıyla Sansoucci Park’ının da sonuna geldik. Böylece 2 km yürümüş olduk. Replika Dikilitaş kapısından çıkıp Luisen Meydanı’na doğru adımlıyoruz. Dikilitaş’a gelmeden önceki küçük meydanı her iki yana yerleştirilmiş birer çift Korint başlı sütun ve üzerindeki alınlıklar süslüyor.
Brandenburg Kapısı’ndan girip eski kenti keşfetmeye çalışıyoruz. Kapıdan girer girmez tam karşımızda bir katedral görüyoruz. Peter ve Paul Katedrali Potsdam Katoliklerini buluşturan bir Katolik kilisesi.
Ana cadde oldukça kalabalık ve cıvıl cıvıl bir görünüm sunuyor. İnsan kalabalığından büyük ölçüde gezginler sorumlu. Kafeler, lokantalar ve kitapçılar iki taraflı olarak sıralanmış. Eski kentteki tarihsel dokunun ayrıcalıksız şekilde korunmuş olması hayranlık uyandırıyor.
Ana caddede ilerledikçe sürprizlerin bizleri beklediğini fark ediyoruz.
Bir zamanlar bataklık olduğu için Basin adıyla anılan meydanda yakınlaştığımız için görkemi katlanan Paul ve Peter Katedrali’ne odaklanıyoruz.
Başımızı sola çevirdiğimizde bir başka etkileyici kapıyla göz göze geliyoruz. XVIII. Yüzyıl ortalarında II. Frederik’in çizdiği taslak esas alınarak yapılmış olan Nauner Kapısı tam bir şato girişi edasıyla selamlıyor bizleri. Bu manzara karşısında bir ortaçağ kalesinin girişinde olduğunuzu duyumsamamanız olanaksız.
Kapının yanı başında tipik kırmızı tuğladan evleriyle Hollanda mahallesi yer alıyor. Potsdam’daki Hollanda Mahallesi, Hollanda dışındaki gerçek anlamda Hollanda biçemiyle yapılmış evlerden oluşmaktaymış. 135 dolayında Hollanda evi Potsdam’ın güzelliğine güzellik katıyor.
Nauner Kapısı yakınında Voltaire Oteli’ne rastlıyoruz. berlin’de ise Einstein ve Balzac adını taşıyan kafelere rastlamıştık. Çağımız dünyası bilge kişiliklerin izinden gitmek yerine adından yararlanarak cebini doldurmayı seçmiş anlaşılan diye mırıldanıyoruz kendi kendimize.
Günübirlik gezide zaman su gibi akıyor. Potsdam serüvenin de sonu gelmiş oluyor böylelikle. Potsdam’la vedalaşıp tren istasyonuna yöneliyoruz.






















































Yorum bırakın