Mostar’dan Saraybosna’ya 125 kilometrelik yolumuz var. Yine ters yönlere gitsek de Neretva ile olan yoldaşlığımız sürüyor. Neretva vadisi yol boyunca bizlere görsel şölen sunmayı sürdürüyor.
Jablanica’da yakın tarihte yaşananlara ilişkin bir anıt selamlıyor bizleri. Neretva Köprüsü. 1969 yılı yapımı aynı adlı sinema filmine konu olmuş bir 2. Dünya Savaşı öyküsü.
Yanına Çetnikleri de alan faşist Alman işgalcilerinin sayısı yüz bini aşkındır. 1943 yılının hemen başında Ocak ayında yaklaşık 20 bin kişilik bir Partizan gücü sırtını Neretva Irmağı’na verecek şekilde bölgede sıkışıp kalır. Almanlar tarafından yok edilmeleri an meselesidir. Josip Bros Tito komutasındaki Partizan’lar bu güç durumdan kurtulduktan sonra düşmanın kendilerini izlemesinin önüne geçmek amacıyla ırmağın karşı kıyısına geçtikten hemen sonra Neretva Demiryolu Köprüsü’nü kullanılmaz hale getirirler.
İşte o köprü, o haliyle ve yanı başındaki alçakgönüllü müzesiyle birlikte selamlar ziyaretçilerini. Alman faşizmine karşı şanlı bir direniş gösteren Partizan’lar ile Tito’nun anısı yıkık köprüde ve müzede yaşamaktadır. Tito’nun artık parçalanmış Yugoslavya’sını bu yıkık köprüye benzetmek geldi içimden!
Saraybosna ya da Sarajevo 750.000 nüfuslu, çok dinli-mezhepli bir kültür kavşağı. İlk bakışta eşsiz bir üstünlük gibi görünen bu durum kentteki izleri bugün de canlı olan acıların da görünürdeki nedeni olmuş. Çağımız insanı zamanı yetmediğinden olmalı, olayların geri planını irdelemeye üşeniyor. Uzun soluklu değerlendirme alışkanlığının yokluğu ve nedenselliğe dayanan analitik düşünceden kopuş önümüze konanı yeme kaçınılmazlığına yol açıyor.
Yugoslavya’nın sancılı parçalanma sürecinde ateşin en çok düştüğü kentlerden birisiydi Saraybosna. Bosna’da savaş boyunca yaşamını yitirenlerin sayısı 200.000. Dört yıla yakın süren Saraybosna kuşatmasında ölü sayısı 11.000. Bunların 1600’ünün çocuk olduğunu söylersek trajedinin boyutu daha iyi anlaşılacaktır.Yine bu süreçte Saraybosna’ya değişik türlerde 800.000 mermi ve Saraybosnalı başına 30 kg top güllesinin düştüğü bilgisi bu kentte yaşanan can pazarı konusunda biraz olsun fikir verecektir.
Saraybosna’nın tarihi MÖ 3. bininci yıllara dayanıyor. Bu döneme ait buluntulara ilk olarak kentin Butmir bölgesinde rastlanmış.
Bronz çağında ise Saraybosna’da izlerine kıyı Balkanlar’da rastlanan ve buraların ilk halkı olarak da kabul edilen İlliryalı buluntularıyla karşılaşılmış. Varlıklarını sonraki metal çağlarında da sürdüren İlliryalı’lar o çağda eriştikleri teknoloji sayesinde güçlü Roma İmparatorluğu’na 250 yıl kadar direnebilmişler.
Kaçınılmaz Roma egemenliğiyle birlikte bölgede Roma eserleri yükselmeye başlamış. Bunu izleyen Slav seferleriyle birlikte Antik Roma’ya ait ne var, ne yoksa ortadan kaldırılmış. Hıristiyanlığın bölgede de yayılmasıyla birlikte pagan Roma izlerinin hızla yok edilmesi arasında bir bağlantı kurulması da akla yakın bir açıklama olabilir. Yoğun eser veren Roma kalıntılarını yok etmenin bu amaca yönelenleri epeyce zahmete soktuğu ve zorladığı kesindir.
Sonraki yıllarda Saraybosna Osmanlı egemenliği ile tanışmış. İzleri bugün de silinmemiş tarih ve kültür Osmanlı ile birlikte Saraybosna’nın iliklerine işlemiş. Osmanlı egemenliği Ortaçağ devleti Bosna’nın yıkıntıları üzerinde yükselmiş. Böylelikle Ortaçağ Bosna derebeylerine Osmanlı sipahilerine katılmaktan başka seçenek kalmamış.
Tıpkı Üsküp (1689) gibi Saraybosna da benzer tarihte (1697) bir Avusturya-Macaristan İmparatorluğu komutanı olan Eugen Savoyski tarafından yakılma şanssızlığı yaşamış.
Saraybosna’nın Osmanlı elinden çıkışı Balkanlar’ın geri kalanına göre biraz daha erken tarihte olmuş. 1878’de Avusturya-Macaristan birlikleri Saraybosna’ya girmiş. Bu tarihten sonra Saraybosna, demiryolu ile Viyana ve Budapeşte’ye bağlanmış. Avusturya-Macaristan egemenliği Saraybosna’da mimari alanında da kalıcı eserler bırakmış.
1.Dünya Savaşı’nın bitişi Avusturya-Macaristan egemenliğinin de sonlanması anlamına gelir. Henüz yeterince soluklanmadan 2. Dünya Savaşı kendini gösterir ve bu kez kentteki Yahudiler faşist Almanya’nın ölüm listesindeki yerlerini alırlar. Saraybosna’da elemin ve ölümün kapısını çalmadığı topluluk yok gibidir. 2. Dünya Savaşı’nda Saraybosna’daki 11.500 Yahudi faşizm kurbanı olarak tarihteki yerlerini almışlar.
Alman faşizmine karşı Tito önderliğinde gösterilen güçlü direniş ve yiğit duruş yüzleri biraz olsun güldürmüş.
Savaştan sonra kurulan Yugoslavya Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’ne Bosna-Hersek Cumhuriyeti de katılmış.
Saraybosna bunca çalkantının içinde unvanları arasına Olimpiyat Kenti sıfatını da yazdırmış. Saraybosna 1984 Kış Olimpiyatları’na ev sahipliği yapma onuru kazanmış. Bu önemli olguya ilişkin bir müzeye de sahip olan Saraybosna’ya o tarihte 52 bin yabancı spor karşılaşmalarını ve yarışmalarını izlemek üzere gelmiş. Bu önemli spor olayı boyunca 520 bin bilet satılmış. Kış Olimpiyatları Saraybosna ve dolayısı ile de Bosna Hersek’in turizm patlaması yapmasında önemli etken olmuş.
Yarım yüzyıllık barış ve sessizlik küreselleşme esintileriyle bozulmuş. Öne sürülenin tersine özellikle Yugoslavya gibi çok etnili ve mezhepli; karmaşık yapılı birlikteliklere yer yoktur bu yeni dünyada.
Batılı kolayca yutabileceği ve sindirebileceği büyüklükte lokmalara dönüştürmekte kararlıdır ülkeleri. Yugoslavya, parçalama projesine yatkınlık gösteren bir yapılanmadır. Tito’nun yokluğunda Yugoslav halkının aklını çelmek zor olmamış. Havuç ve sopa siyaseti, sivil toplum kuruluşu denilen dıştan güdümlü Truva atları ve aklını çeldirmiş kalabalıklar bir çuval inciri hep birlikte berbat etmekte gecikmezler.
Akıl çelinmesi sürecinde Yugoslavya’da yaşanan utanç verici gelişmelerin en trajik bölümleri genelde Bosna-Hersek’te ve belki de özellikle Saraybosna’da sahne almıştır. Tam da burada bir parantez açmakta yarar var. Savaşın çirkin yüzü topla, tüfekle ve başka her türden silahla kendisini gösterirken; ilk bakışta silah olarak algılanmayacak bir başka yöntem de aradan geçen yıllara karşın varlığını tüm ağırlığıyla hissettirmeyi sürdürüyor. Altın Ayı ödüllü “Grbavica” filmine de konu olan tecavüz ürünü çocuklar! Kendilerini şehit çocuğu olarak bilen ama acı gerçek günün birinde belki de hiç umulmadık anda suratlarında tokat gibi patlayan “tecavüz ürünü çocuklar”! Barış getirip getirmediği belirsiz olan; şimdilik barış getirmiş olsa bile sürdürülebilirliği tartışmalı uluslararası antlaşmalar bu trajediye çare olabilir miydi? Hiç sanmıyorum!
Yugoslavya’da yaşananlardan her ne kadar öncelikle yayılmacı dış güçler sorumluysa da; aklını çeldiren ve kendisini, özendiren dış etkilere aymazlıkla kaptıran, tarihini yadsıyan hemen her toplum önderi ve bireyin de yaşananlardan sorumlu olduğunun altı özellikle çizilmelidir.
Saraybosna 1. Dünya (paylaşım) Savaşı’nın başladığı kent olarak da bilinir. “Birinci Dünya Savaşı Avusturya-Macaristan Veliaht Prensi Ferdinand‘ın bir Sırp tarafından öldürülmesiyle başlamıştır….” Bu sözler okul ders kitaplarımızda yer alan kalıplaşmış ifadelerden yalnızca birisidir.
Saraybosna çevresinde kente egemen üç dağın (Romanija, Ozren, Jahorina) bulunduğu Milyaçka Vadisi’nde kurulmuş. Bunların herhangi birinden kentin görünümü doyulmaz güzellikte. Bu güzelliği gözlerimizin önüne seren tepelerin çok değil 20 yıl önce ölüm kusan silahlarla donatıldığını ve kente ölüm kustuğunu düşündüğünüz anda tüylerinizin ürpermemesi olanaksız!
Bir yandan keskin nişancılar diğer yandan ölümcül Sırp topçu ateşi çarşı, pazar, çoluk çocuk dinlememiş. Ama, her nasılsa aynı becerikli topçu ve keskin nişancı havaalanı ve yabancıların barındığı otelleri ölümden bağışık tutmuş. Kent arşivi ve müzesi de yoğun ateş sonucu yanmış. Belgelerin daha doğrusu kent belleğinin % 90’ı böylelikle yitirilmiş.
Saraybosna’da kısa bir yürüyüş bile kentin çok kültürlü yüzünü fark etmenize yetecektir.
Başçarşı’dan başlayarak tarihi Sebil’in olduğu eski meydanda kentin Osmanlı geçmişine ilişkin pek çok eser görebilirsiniz. Köfteciler, börekçiler, tarihi eserler ve görüş alanınız içindeki başka bir çok varlık tanışık olduğunuz bir ortamda bulunduğunuzu duyumsatmaya yetecektir. Ferhadiye yayayolu boyunca sağlı sollu sıralanmış han, cami, medrese ve bedesten gibi yapılar yüzyıllar öncesinin Osmanlı Saraybosna’sını çağrıştırmaya fazlasıyla yetecektir.
Sebil ve hemen yanındaki Sebil Camisi’ni geride bıraktıktan sonra Ferhadiye’de sağ koldaki Moriça Han zaman ayırıp içeri girmenize değecek güzellikte. Söz Sebil’den açılmışken Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nden birkaç satır paylaşmakta yarar var :
“Bu şehirde şifalı suların aktığı yüz ondan fazla çeşme mevcuttur. Bunların muslukları yoktur, sürekli akıp dururlar. Daha pek çok kaynak suyu vardır.
Şehrin üç yüz yerinde susamışların su içtiği sebiller bulunur. Yedi yüz su kuyusu vardır. Kışın bazı su kaynakları donduğu için bu kuyulardaki sulardan yararlanılır.
Burada 176 su değirmeni vardır.
Beş tane de pek cazibeli hamam vardır.
Beş kervansarayda yolcular ücretsiz olarak konaklar. Pek güzel, pek düzenli, kale kadar sağlam 23 de han vardır.
Saraybosna şehrinde yedi yerde yolcuların, yoldan geçenlerin, öğrencilerin güzelce karınlarını doyurabilecekleri imaretler bulunur.”
Morica Han’da bir Türk Kahvesi ısmarlayarak hem handaki tarihi havayı soluyun hem de bu hoş mekanı inceleme fırsatı yakalayın! Sıcak bir yaz gününde yakın çevrede buradan daha serin ve iç ferahlatan bir ortam sunacak başka bir yer bulamazsınız! Morica Han XVI. yüzyılda Gazi Hüsrev Bey Vakfı tarafından yaptırılmış. Saraybosna’daki hanlar içinde en iyi korunmuş olanı. Yeri gelmişken han ve kervansaray ayrımına da değinelim. Hanlarda kalan yolcular hem ısınma hem de konaklama masrafını karşılamakla yükümlüdür. Buna karşılık kervansaraylar ücretsizdir. Kervansaraylarda kalanlar yalnızca yemek ve ısınma masrafını karşılarlar. Başka deyişle hanlar ticari amaçlı kervansaraylar ise hayır amaçlı kurumlardır.
Yol boyunca sayısız hediyelik eşya satıcısı, kuyumcu ve benzeri gezgin uğrakları ilginizi çekecektir. Bölgedeki mimari doku hiç bozulmamış ve oteller de bu dokudaki yapılardan yararlanmış. Butik otel ya da pansiyon çok daha uygun olacaktır buralardaki yolcu evlerini tanımlamak için.
Gazi Hüsrev Paşa Medrese (1537) ve Camisi üzerinden yıllar geçse de görkemlerinden çok şey yitirmemiş olarak sürdürmekteler varlıklarını. Medresenin kapısında şu yazıya rastlanır : “Gazi Hüsrev Bey bu yapıyı bilimi arayanlar için yaptırmıştır!” Halk arasında ise kurşundan yapılma çatısı nedeniyle Kurşunlu Han olarak da bilinir. Döneminin önemli eğitim kurumlarından birisidir. Yedi bini el yazması, 4500’ü belge niteliğinde olan 50000’den fazla eser bulundurmaktadır.
Gazi Hüsrev Bey’in adını taşıyan cami 1530-31’de yapılmıştır. Bahçedeki iki türbeden büyük olanında Gazi Hüsrev Bey yatmaktadır. Diğeri ise sonradan Müslüman olan Dalmaçyalı Katolik komutan Murat Tardiç’e aittir. Gazi Hüsrev Bey Camisi’nin hemen yanında Saat Kulesi yer alır. Cami minaresi ile Saat Kulesi’nin aynı karede oluşturduğu görünüm de ilgi çekicidir.
Başçarşı’da dolaşırken özellikle futbol tutkunlarının tanışık olduğu bir eski dosta rastlayabilirsiniz! Tarık Hodziç. Türkiye’de Galatasaray forması giymiş ve gol krallığı tahtına çıkmış ilk yabancı futbolcu olarak da tanınır. Şu anda yaşamını kebapçılık yaparak kazanıyor. Yılların izi saçlarına ve yüzüne yansımış olsa da dimdik ayaktadır Tarık Hodziç.
Yine, bu bölgede kentin çok kültürlü, çok dinli ve hatta çok mezhepli yapısıyla örtüşen dinsel yapılar da neredeyse yan yana yer almaktadır. Katolik ve Ortodoks Kilise’lerinin yanı başında bir sinagoga rastlamak hiç şaşırtıcı sayılmamalı. 1492’de Hindistan’a varmaya çalışan insanoğlu yeni bir anakaraya ayak basarken; bu keşifçilerin anayurdundakiler Yahudi’leri sürmekle meşguldü. İşte Saraybosna da Avrupa’nın başka pek çok kenti gibi o Yahudi sürgünlere sığınak olan kentlerden yalnızca birisiydi..
Sarajevo Katedrali önemli dinsel yapılardan birisi olarak gösterir kendisini. Katedral Latince koltuk anlamına gelen Katedra sözcüğünden köken alır. Katedral piskoposluk bölgesinin birincil kilisesidir. Katedral piskoposun resmi koltuğudur. Katedral aynı zamanda piskoposun öğreticilik yaptığı, başka din adamları yetiştirdiği yerdir. Piskopos Povsa tarafından yaptırılmış olan St Peter Katedrali’nin geçmişi 1247 yılına dayanmaktadır. Katedral’in yapım yılı 1889’dur.
Araya giren Osmanlı egemenliği kilise hiyerarşisini de bozmuştur. Avusturya-Macaristan egemenliği bu hiyerarşinin düzeltilmesi fırsatını doğurmuştur.
Ferhadiye’yi batıya doğru adımladıkça Osmanlı etkisinin giderek silinmeye başladığını fark edeceksiniz. Sağ tarafta et ve peynir pazarına görümlük de olsa girmelisiniz. Keşke bu kentte yaşamış olsaydım da buradan alışveriş etseydim dedirtecek çekiciliktedir.
Biraz daha ilerlediğinizde Ferhadiye, kuzey paralelindeki Molla Mustafa Başeskici ve Mareşal Tito caddeleri ile kesişmek üzere kıvrılacaktır. Köşedeki sönmeyen ateş ve meçhul asker anıtı kentin savaşlı ve acılı geçmişine anlamlı bir göndermede bulunur. Saraybosna 2. Dünya Savaşı faşizminden 6 Nisan 1945’te kurtulmuş. Bu önemli günü canlı tutmak, o dönemde yaşananları unutturmamak için dikilmiş bir anıt. Yugoslavya’nın çöküşü sırasında yaşanan kuşatma ve iç savaşa ilişkin anılar da çok sayıda ve taptazedir. Onlar her an her yerde karşınıza çıkabilir. Unutulmasın diye!…
Mareşal Tito Caddesi’ne yönelmeden önce Molla Mustafa Başeskici Caddesi’ndeki Pazaryeri’ne uğramadan geçmeyin! Saraybosna kuşatması sırasında vurulan bu mekanda onlarca kişinin öldüğünü anımsayacaksınız. Top mermisinin açtığı çukur bile koruma altına alınmış. Olur da birileri o izi siler diye. Duvarda ise burada yaşamını yitirenlerin adlarını ölümsüzleştiren liste yer alıyor. Orada dolaşırken albenili meyvelerden tadımlık da olsa satın alın. O meyvelerin tadının biraz buruk olmasından daha doğal bir şey olabilir mi? Kanla sulanmış bir yerdesiniz!
Molla Mustafa Başeskici Caddesi boyunca doğuya doğru ilerlediğinizde Yahudi Müzesi ve Sinagog’u görürsünüz. Daha da ilerlerseniz Sebil’e bu kez farklı bir yolan ulaşmış olursunuz.
Mareşal Tito Caddesi yolunu izlediğinizde Osmanlı izlerinin silikleştiğini, Avusturya-Macaristan izlerinin belirginleştiğini hissedersiniz. Farklı bir ortamda olduğunuzu fark etmeniz zaman almayacaktır. İnsan tipleri de farklılaşır. Biraz ileride soldaki alışveriş merkezi ve onun az ötesindeki Ali Paşa Camisi bu çelişkiyi gözünüzün içine sokan iki yapı olarak selamlayacaktır sizi.
Az önce kısaca değindiğimiz gibi kentte gezerken dış cephelerinde mermi izi taşıyan sayısız yapıya rastladığınızda şaşırmayın. Bu yapılar özellikle onarılmamış. Yaşananlar unutulmasın diye. Bir de özellikle insan adlarından oluşan listeler göreceksiniz bazı yapıların üzerinde. Sırp kuşatması sırasında özellikle toplu insan ölümlerinin yaşandığı noktalarda yaşamını yitirenlerin anısına konulmuş listeler hasarlı yapılar kadar çok değilse de kısa bir Saraybosna ziyaretinde bile dikkatten kaçmayacak sayıda.
Milyaçka Irmağı kenti tıpkı Vardar’ın Üsküp’ü böldüğü gibi enlemesine ikiye ayırıyor. Böyle olunca iki yakayı biri birine bağlayan çok sayıda köprü de kentin doğal varlıkları olarak kendisini gösteriyor.
Bunlardan Latin Köprüsü ayrı bir anlam ve öneme sahip. Kentin kuzeyini güneyde yer alan Bistrik’teki Katolik bölgesine bağladığı için köprüye Latin adı verilmiş. Diğer yandan Princip adını da taşımaktadır bu köprü.
Bu arada Gavrilo Princip’ten kısaca söz etmek gerekir.
Hepimizce bilindiği gibi Saraybosna bir savaş kenti. Yugoslavya çökerken savaşın en sıcak günlerini yaşayan, 2. Dünya Savaşı boyunca sıkıntı çeken Saraybosna 1914 Haziran’ında Avusturya-Macaristan Veliahtı Ferdinand’ın Saraybosna’da öldürülmesiyle 1. Dünya Savaşı’nın kıvılcımını da çakmasıyla bilinir.
İşte kıvılcıma eşdeğer bu suikast Sırp Gavrilo Princip tarafından Latin Köprüsü yakınında gerçekleştirilmiştir.
Osmanlı’nın burada 500 yıl kaldığı düşünülürse Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminin oldukça kısa olduğu açıktır. Buna karşın, Latin Köprüsü’nün hemen kuzeyinde Obala Kulina Bana Caddesi üzerindeki 1878-1914 Müzesi bu kısa süreci ve 1. Dünya Savaşı’na neden olan suikast olayını ayrıntılarıyla yansıtır. Müzede 1. Dünya Savaşı’nı başlatan suikaste ilişkin yazılı ve görüntülü belgelerin yanı sıra dönemin Saraybosna’sını yansıtan nesneler de sergilenmekte. Mutlaka ziyaret edilmeli.
Avusturya-Macaristan egemenliğinin Saraybosna üzerindeki etkisi kısa olmakla birlikte bıraktığı izler bu kısa süreyle örtüşmeyecek denli kalıcı olmuştur. Orta ve Güney Avrupa’daki ilk elektrikli tramvay (1895), Londra’yı da içeren pek çok metropolden önce gerçekleştirilen sokak aydınlatma sistemi (1895) ve İslam dünyasında elektrik enerjisiyle aydınlatılan ilk ibadethane olan Begova Camisi akla gelen ilk örneklerdir.
Saraybosna’da yakın tarihte yaşanan acı deneyimler bir başka müzeye de konu olmuş. Havaalanı yakınlarındaki Tünel Müzesi 1.60 metre yüksekliği, 80 cm genişliği ve 800 metre uzunluğuyla 4 yıl Sırp kuşatması altında kalan Saraybosna’nın soluk borusu olmuş. İnsan, hayvan ve her türlü araç-gereç bu tünelden geçit bulmuş kendisine. Gösterişten yoksun, olabildiğince doğal hali korunarak oluşturulan bu müze o dönemde yaşananları ziyaretçilerin gözleri önünde canlandırma işlevini başarıyla yerine getiriyor. Tünel’deki ziyaretçi defterine bir kaç satır yazmaktan alıkoyamıyoruz kendimizi.
Gizlilik içinde yürütülen ön hazırlıklar sonrasında Nisan 1993’te başlatılan tünel çalışmasında başlangıç noktası havaalanı yakınlarındaki Kolar Ailesi Evi olmuş. Butmir ile birleşen tünel iki taraftan yapılmaya başlanmış ve yaklaşık 3 ayı aşkın zorlu bir çalışmadan sonra birleştirilebilmiş.
Saraybosna son yıllarda güneybatıdaki düzlüklere doğru gelişmiş. Bu bölgeden geçen Bosna Irmağı çevresinde kümelenen eğlence yerleri, kafe, lokanta ve benzeri mekanlar başta gençler olmak üzere pek çok Saraybosnalı’nın uğrak yeri olmuş.
Genel olarak Bosna Hersek, ama özellikle de Saraybosna dinsel tercihin yol açabildiği karşıtlıkların sonuçlarını fazlasıyla yaşamış bir kent. Her ne kadar yaşanan acılı günlerden sonra şu an için barışa erişildiyse de; çelişkileri, ayrılıkları ve karşıtlıkları bünyesinde barındırmayı sürdürüyor. Bu parçalı ve bütünleşmesi çok güç yapının daha ne kadar sürdürülebileceği de bir başka soru(n)!
Ilıca bölgesindeki otelimizde konaklayan Ortadoğu’lu konukları fotoğraflamaktan alamadık kendimizi. Avrupa’nın yanı başındaki coğrafyanın gidebileceği yönü göstermesi bakımından önemli olduğunu düşündüğümüz bu fotoğraflara konu olan kimi görüntüler öteki dünyadaki cennet uğruna bu dünyayı cehenneme dönüştüren anlayışın körlüğünü ve bağnazlığını fazlasıyla ortaya koymaktaydı. Başka deyişle toplumun yarısının yok sayılması, kesilip atılması olgusuydu gözlerimizin önüne serilen bu dehşet verici kareler.
Din paydasındaki ilişkilerin Ortadoğu’nun yanı sıra Uzakdoğu ile de geliştiğini söylemek olanaklı. Malezya desteğiyle yaptırılmış sıra dışı mimarili cami bu ilintinin canlı kanıtı olarak boy göstermekte Saraybosna’da.
Ilıca Vreno Bosna olarak bilinen Bosna Irmağı kaynaklarının bulunduğu bölgeyi de kapsamaktadır. Ağaç, su ve yeşilin bütünleştiği bu bölge Saraybosna için akciğer işlevi görüyor. Kente çok yakın ama kentin karmaşasına bu kadar uzak bir ortam Saraybosna için büyük şans.
Saraybosna’nın Dubrovnik, İstanbul ve Atina’nın yanı sıra Balkanların en turistik kenti olduğunun da altını çizelim.
Bu kentte dolaşırken Latin abecesinin de etkisiyle hiç olmazsa okuma sorunu yaşanmıyor. Ama, dikkatle okuduğunuzda pek çok sözcüğün Türkçe kökenli olması anlamlandırma sorununu da ortadan kaldırmış oluyor. Başçarşı, Çobancı, Sebil, Han, Kazancılık, Abacılık, Ilıca…. gibi sayısız Türkçe kökenli sözcük dil yabancılığı çektirmiyor biz Türklere.
Sözlerimizi Emir Kusturica ve Goran Bregoviç ile bağlayalım. Yugoslavya denilince akla gelen iki kişiliktir. Bugün de kendilerini Yugoslav olarak tanımlayacak denli tutkuludurlar bu topraklarda yaşama geçirilmiş olan anlamlı deneyime. Çırpınışları Yugoslavya’nın çöküşüne engel olamamış! Emir Kusturica ve Goran Bregoviç ülkemizi de sıkça ziyaret eden iki Yugoslav. Soyu artık tükenmiş kişilerdir.
http://www.youtube.com/watch?v=iNlAnUXsf0Y&feature=related
Ceyhun BALCI, 24.08.2012

Yorum bırakın