BRUNO’DAN KUBİLAY’A…

 

Hem zaman hem de mekan bakımından biri birine uzak iki kişilikten söz etmiş oluruz Giordano Bruno (1548-1600) ve Hasan Fehmi Kubilay (1906-23 Aralık 1930) dediğimizde. Oysa, biraz düşünüldüğünde her ikisinin yazgı birliğinin farkına varılabilir!

 

Giordano Bruno Ortaçağ Kilisesi tarafından Roma’da diri diri yakılma cezasına çarptırılır. Suçu Kopernik’in kitaplarını çoğaltmak ve yaymaktır! Bugünün ölçüleriyle düşünüldüğünde anlam verilemeyebilir buna. O günün koşullarında, hele hele mutlak egemen olan din olgusunun temellerini sarsacak bir girişimdir bu yalın gerçeği kitlelerle paylaşmaya çalışmak. Alman Luther’in dil devrimiyle kutsal kitabın tahtını sallamasından sonra; dünya merkezli evren anlayışının değiştirilmesi demek olan Kopernik modeli bağnazlığa ve gericiliğe ikinci bir darbe vurmak anlamına da gelmektedir. Bruno aynı zamanda bir filozof, astronom, matematikçi ve teorisyendir. Ama,  Kopernikçilik yaparak hepsinin ötesinde aklın ve bilimin bekçiliğini yapmıştır. Ortaçağ’da bağnazlığın şimşeklerini üzerine çekmek için bundan daha iyi gerekçe olabilir mi? Onu diri diri yakan insan kılıklıların pek azının adı insanlıkça anımsanmakta. Oysa, Bruno adını ölümsüzler arasına çoktan yazdırmış durumda.

 

Mustafa Fehmi Kubilay’ın aydınlık ve ilerici kafası 1930 yılının 23 Aralık günü İzmir’in Menemen ilçesinde adları şimdi de anılmakta olan gericilik tarafından bedeninden ayrıldı. O yıllarda, Atatürk hayatta olduğu ve Türk devrimi şimdiki gibi sinikleşmediği için yapanın yaptığı yanına bırakılmadı. Kubilay’a yapılana verilen ağır karşılığın Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşamını uzattığına hiç kuşku yok. Tıpkı, Bruno gibi  Kubilay da aklın ve bilimin yılmaz bekçiliğine soyunduğu için öldürüldü. Onun adının önünde ise subay ve öğretmen sıfatları vardı. Bugünlerde “Atatürk’ün askerleri!” olmayı üzerlerine yük sayanları ciddiye almayın. Onlar olsa olsa kendi tarihlerinden habersiz zavallılar olabilirler. Bu ulusu tutsaklıktan kurtaran ve başı dik, onurlu bir ülkenin yurttaşları yapan da ne ilginçtir ki askerlerdi. Öğretmenlik de o yıllarda topluma ışık kaynağı olmak demekti. Bu iki önemli sıfat Kubilayınki gibi bir bilinçle bir araya geldiğinde gericili adına yok edilmesi kaçınılmaz bir zorunluluktu.

 

Bruno ve Kubilay farklı yerlerde ve biri birine uzak zamanlarda bir ortak paydada buluşmuşlardı. Her ikisi de öncü, atılgan ve en az bunlar kadar önemlisi korkusuz adam gibi adamlardı.

 

Aradan geçen üçyüz yıldan sonra Katolik Kilisesi hem Bruno hem de Galile’den özür dilemek zorunda kaldı. Galile’nin heykelini avlularından birine dikme zorunluluğu duydu. Ama, Bruno’yu ölüme gönderen Engizisyon Kardinali Roberto Bellarmino’yu da aziz ilan etti.

 

Benzerliğe bakınız!

 

Çok değil 80 yıl önce Kubilay’ı katledenler bugünün Türkiyesinde artık yükselen yıldızlardır. Adları hastanelere verilmekte, heykelleri kentlerin meydanlarına konulmakta ve (olmayan) saygınlıkları geri verilmektedir.

 

Tüm bu olumsuzluklar için suçlu aramaktansa sorumluluğumuzu kabullenelim! Bugünlerimizi borçlu olduğumuz bu adam gibi adamları anmak günümüzde korkusuz olmayı gerektirir oldu.

 

İnsanlık için canlarını vermekten çekinmeyen Bruno ve Kubilay gibilere yılın bir gününde birkaç saatimizi ayırmak çok mudur?

 

Eğer yanıtınız hayırsa işte fırsat!

 

Yarın Menemen’de olun! Öncü, atılgan ve korkusuz olmak sanıldığı gibi zor değil!

 

İşte ilk adım fırsatı!

 

Ceyhun BALCI, 22.12.2012

 

 

 

Posted in ,

Yorum bırakın