Görsel

KÜBA VE BÜYÜKELÇİLERİ

 

Türkiye’de ardışık görev yapan iki Küba Büyükelçisi’ni de izleme fırsatı bulmuş oldum. Önceki Büyükelçi Ernesto Gomez Abascal yanılmıyorsam 2007’de Kemal Kılıçdaroğlu ile birlikte gelmişti İzmir’e.

 

Adı geçmişken Ernesto Gomez Abascal için bir parantez açalım!

 

Ekselansları Abascal görev yaptığı ülkenin insanlarıyla ilgili roman yazacak kadar ilgili ve bilgili olmuş biz Türkler konusunda. “Havana’da Türk Tutkusu” adlı romanında 1897’de Küba’ya gelen Türkler’den yola çıkarak bizleri konu etmiş.  Dönemin padişahı II. Abdülhamit istihbaratçı Ahmet Paşa’yı Küba’ya göndermiş. Amacı da yakın zamanda başkaldıran Girit konusunda Küba deneyiminden kendince yol göstericilikler çıkartmakmış. Sonrası bilindiğine göre II. Abdülhamit’in Küba’dan ya da başka bir coğrafyadan bilgi ve deneyim aktarımı ile toprak kaybını önleyememiş olması gerçeğidir yaşanan. Bu durum II. Abdülhamit’in beceriksizliğinden çok tarihin akışının böylesini kaçınılmaz kılışına bağlanabilir. Coğrafya Küba ya da Girit olsa da “bağımsızlık aşkı” önüne geçilebilecek gibi değildir.

 

Yeniden konumuza dönelim!

 

Aile Hekimliği’ne geçiş süreci özellikle İzmir’de suların ısındığı bir dönemdi. Türkiye’de Aile Hekimliği adı altında yaşama geçirilmeye çalışılan ve yarattığı sonuçlar şimdilerde belirginleşen dönüşüme İzmir’de hatırı sayılır direnç gösterilmişti. İzleyen dönemde ne Ankara ne de İstanbul bu gelişmenin karşısında durabilmişti. İzmir Tabip Odası’nın o yıllarda da başkanı olan Dr Suat KAPTANER yönetimindeki söyleşide Ernesto Gomez ABASCAL’den Küba’daki sağlık sistemiyle ilgili ayrıntılı bilgi edinmiştik. Sistemin Küba’da da “Aile Hekimliği” adıyla anıldığını öğrenmek pek çoğumuza ilginç gelmişti. Belki de böylelikle adlardan çok içerikle ilgilenmemiz gereğini anımsamıştık. Türkiye’de uygulanan ile Küba’dakinin adlarından başka hiç bir şeyinin benzerlik içinde olmadığının altını çizelim. Hiç kuşku yok ki bu saptama Küba sisteminin bire bir alınıp başka bir coğrafyada aynen uygulanmasını da gerektirmiyor. Akıldan çıkartılmamalıdır ki; Küba modeli yalnızca sağlıkta değil başka alanlarda da zorunluluğun ürünüdür. Bu noktada sistemi alıp aynen uygulamak yerine zorunlulukların dayatması olan akılcılığı öne çıkartmak gerekir. Küba, yoklukların ve yoksunlukların da zorlamasıyla az harcama, koruyucu hekimlik ilkelerini önceleme ve akılcı planlamayla olabilen en iyi sağlık sistemini yaratmış bir ülke. Okullaştığı bile söylenebilir. Bugün Latin Amerika başta olmak üzere dünya bu okuldan yararlanmakta. Her ikisi de aile hekimliği uygulaması yapan bu ülkelerden Türkiye kişi başına 700 USD’yi aşan sağlık harcamasıyla nicelik artışını hakkını vererek yerine getirirken bununla ters orantılı bir şekilde nitelik aşınmasının önüne geçemiyor. Öncesiyle karşılaştırılıdığında Türkiye’de aile hekimliği görünürde birinci basamak olmakla birlikte sevk zinciri konusunda bir arpa boyu yol alınamayışının canlı anıtı gibidir. Hastaya bakı yapmak, yönlendirmek ya da izlemek yerine “hastalar(l)a bak(ış)mak” anlayışının yerleştiği ve daha da ilginci bu niteliksiz yaklaşımın toplum gözünde olumlu algı yarattığı bir süreci yaşıyoruz. Tüm bu olumsuzluklarına karşın toplumun konuyla ilgili farkındalığa evrilmede kıpırdanış içinde olduğunu söylemek oldukça güç.

 

 

 

Şimdiki Küba Büyükelçisi Jorge Quesada Concepcion İzmir Kitap Fuarı’nın ilk günündeki konuklardan birisiydi. JMKDD’nin (Jose Marti Küba Dostluk Derneği) düzenlediği etkinliğin ana teması yeni Anayasa sürecindeki Türkiye için son derece uygundu. “Küba’nın Başarısı : Sosyalist Anayasa”

 

Şimdiki büyükleçi Concepcion da tıpkı önceki gibi alçakgönüllü bir görünüm verdi izleyenlere. Ne koşuşturan korumalar, ne de salona girişte kendini duyumsatan çok önemli kişi havası. Yolda görseniz herhangi birimizle özdeşleşecek denli yalın ve sıradan!

 

Etkinlikle ilgili olarak daha başta kendisini gösteren aksaklık artık bizlerle bütünleşmiş olduğunu kabullenmemiz gereken zaman yönetimsizliğiydi. İzmir’deki MHP mitingiyle de katmerlenen trafik karmaşası öngörülmeliydi. Çeviride de daha özenli ve titiz olunabilirdi.

 

Küba’nın anayasa serüveni önceki Mambi anayasaları bir yana bırakıldığında 20. yüzyılın ilk yılında başlamış. 1901 anayasası öyle bir iz bırakmış ki; bugün bile silinememiş. Küba adasının doğusundaki Amerikan üssü Guantanamo bu anayasının bugüne yansıyan lekesi olmuş. Karşılıklı vazgeçmeyle ortadan kalkması öngörüldüğü için Guantanamo derdinden kurtulamamış Küba. Çeviride mi sorun vardı? Yoksa büyükelçi mi yeterince anlatamadı? Belki de ben anlayamadım! Bir tür işgal sayılması gereken bu durumun anayasa ile ilintisi ve aradan geçen yüz yılı aşkın süreye karşın ortadan kaldırılamamış olması yeterince açıklığa kavuşmadı. En azından benim kafamda!

 

Küba yaklaşık 40 yıl sonra 1940’da ikinci anayasa deneyimiyle tanışmış. Her ne kadar içerik açısından son derece iyi ve doyurucu bir anayasa olsa da Fidel Castro’nun nitelemesiyle diktatörlükler sürecinde bu anayasanın ölü sözcüklere dönüşmesi de kaçınılmaz olmuş. Bu anayasanın gereklerinin yerine getirilmesi için Kübalılar 1959 yılını beklemek zorunda kalmışlar.

 

Devrimden hemen sonra 1959 anayasası izlemiş ikincisini. Devrimle yaşanan köklü değişiklik bir ay gibi kısa bir süre içinde yeni anayasa gerekliliğini kaçınılmaz kılmış.

 

Sosyalizm boy verdikçe önce 1976’da, onu izleyerek 1992’de tümden yenileştirilmese de anayasaya  önemli eklemeler  yapılmış.

 

Sosyalizmden geri dönüş olamayacağının anayasaya girmesi için 2002 yılının beklenmesi gerekmiş.

 

Sosyalist dönemde bile bunca değişiklik ve yenileşme geçiren Küba Anayasası bir unsurdan hiç vazgeçmemiş. Jose Marti, bağımsızlık ve vatanseverlik! Küba’ya yolunuz düşecek olursa hemen her yerde “Patria a muerta!”  (Vatan ya da Ölüm!) yazılarına rsatlarsanız şaşırmayın. Bizim “Ya İstiklal, Ya Ölüm!” söylemimize ne kadar da benziyor değil mi? Aklın yolu bir!

 

Jose Marti bir sosyalist değildi oysa! Yalnızca bağımsızlıkçı bir vatanseverdi. Bu uğurda canını vermekten kaçınmadı. Böylelikle dünya tarihinde iz bırakmış oldu. Öyle bir iz ki bugünkü Küba anayasasında bile varlığını sürdüren bir kahramana dönüştü! Küba’da bugün yönetime gelen sosyalistlerden hiç birisinin aklına “Köprünün altından çok sular aktı, üstelik o bir burjuva devrimcisiydi düşüncesi uyarınca Jose Marti’den vazgeçmekte ne sakınca olabilir?” sorusu gelmedi.

 

Bu arada bugünkü Küba bayrağının 1901 yılından bu yana kullanıldığını, Küba Ulusal Marşı’nın ise Bağımsızlık Savaşı’nın patlak verdiği 1868’den bu yana söylenegeldiğini anımsatalım. Her ikisi de sosyalist dönemin çok öncesinden kalma iki ulusal değer!

Bağımsızlıkçı vatansever Jose Marti’nin önderliği öylesine damga vurmuştur Küba’nın yakın geçmişine ki; Fidel Castro ve arkadaşları Moncada Kışlası baskınını Marti’nin 100. doğum yıldönümü olan 1953’te gerçekleştirmişlerdir.

 

Bugün, Türkiye’de yeni Anayasa adı altında sürdürülen Cumhuriyet’in yıkım sürecinde tüm yurttaşların ve özellikle de kendilerini solcu olarak tanımlayan dostların dikkatten kaçırmaması gereken bir önemli noktadır Jose Marti ve Küba Anayasası ilişkisi. Buradan yola çıkarak bırakınız solculuğu aklı başında her Türk yurttaşı yeni anayasa tartışmalarında Atatürk adının ve izinin silinmemesi için görev üstlenmeyi boynunun borcu saymalıdır. 

 

Ceyhun BALCI, 21.04.2013

Posted in

Yorum bırakın