Görsel

 

PARİS ÜZERİNE

 

 

 

Paris’in (görmüş olsun ya da olmasın) ülkemiz insanında oluşturduğu  izlenim son derece olumlu ve erişilmezdir. Ülkemizin özellikle yokluk ve yoksunluk içindeki bölgelerinde yer alan bazı kentlerine bölgenin Paris’i yakıştırması yapılması da olasılıkla bundandır.

 

 

 

Beşgen Fransa’nın dairesel biçimli başkenti Paris’in kent merkezi 2 milyonu biraz aşkın sayıda insanı barındırır. Fransa’nın yanı sıra İle de France bölgesinin de yönetim merkezidir. Bölgenin nüfusu 12 milyon dolayındadır.

 

 

 

Bölgeyi bir yana bırakıp Paris’e yoğunlaşmak gerekirse 10 kilometre çaplı bir dairesel alanı kaplar Paris’in tarihsel bölgesi. Ondört alt bölgeye ayrılır ve tüm tanımlamalar bu bölgesellik üzerinden yapılır.

 

 

 

Paris kentinin merkezi Seine ırmağı tarafından kabaca yatay doğrultuda ikiye ayrılır. Kuzeyi Sağ Kıyı ve güneyi de Sol Kıyı olarak adlandırılır.

 

 

 

Paris’in geçmişi İÖ 3500 yıllarına tarihlense de; adına da esin kaynağı olan Keltli balıkçı oymağı Parisii’ler ilk yerleşimcileri sayılırlar. İÖ birinci yüzyılda kentin denetimini ele geçiren Romalılar kente Lutetia demişlerse de Paris adının yerleşikleşmesine engel olmamışlar.

 

 

 

Seine ırmağı üzerindeki iki adacıktan İle de la Cite ve St Louis kentin hem tarihsel hem de coğrafik merkezidir.  İle de la Cite Paris’in ve hatta Fransa’nın sıfır noktasıdır. Notre Dame Kilisesi önünde yer alan sıfır noktası belirteci Fransa’daki herhangi bir noktanın Paris’e uzaklığını saptamada başlangıç noktasıdır. Ülkedeki herhangi bir yerin Paris’e uzaklığı gerçekte bu noktaya uzaklığı anlamına gelir. Notre Dame Kilisesi altında yer alan ve bugün müzeleştirilmiş olan Roma dönemi buluntuları da kentin başlangıç noktasının bu adacık olduğunu doğrular. Kuşbakışı bakıldığında İle de la Cite pruvası batıya bakan bir tekneye benzer. St Louis de bu adayla olan köprüsel bağlantısı ile yedekteki küçük tekne izlenimi verir.

 

 

 

Seine ırmağının iki yakasını ve adaları biri birine bağlayan 30’u aşkın köprü Paris’in olmazsa olmazlarındandır. Her biri ayrı görünüme ve özelliğe sahip Paris köprülerinin özgün öyküleri olduğunu belirtip; Paris’in bir bakıma köprüler kenti olduğunun altını çizelim.

 

 

 

On km çaplı Paris aynı zamanda bir mimarlık müzesidir.  Ondokuzuncu yüzyılda Baron Hausmann’ın köklü değişiklikleri sonrasında ortaçağa veda eden Paris’te bu köktenci yaklaşıma karşın  tek bir tarihsel yapıdan bile vazgeçme budalalığı sergilenmemiştir.  İstanbul’un camilerden oluşan silüetinin bozulduğunu dikilen gökdelenlerin yükselmesi sonrasında farkedenlerce yönetildiğini anımsayıp, kara yazgımıza ilenmek şu an yapabileceğimiz tek şey ne yazık ki!

 

 

 

Paris’in batı ucunda yer alan La Défense adını ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Prusya işgaline karşı yapılmış olan direnişe borçludur.  La Défense’teki Dev Tak modern görünümüyle yeni yapılaşmış Paris’in giriş kapısıdır. La Défense günümüzde de savunma işlevini sürdürmektedir. Bir farkla! Bugünün tarihsel Paris’ini cam-çelik-beton yığınlarından korumaktadır. Paris’te kendisini belirgin şekilde duyumsatan bu görünüm belki de şöyle bir saptamayı haklı kılacaktır. La Défense’den doğuya doğru tek bir modern yapı girememektedir. Bu durum ayrıcalıksız değildir. Montparnasse Kulesi tarihsel Paris’in bağrına saplanmış bir hançer gibidir. Bir çirkinlik anıtı da sayılabilecek olan bu modern kulenin yapımından pişmanlık duyulmuş olsa gerektir ki; izleyen yıllarda Paris’e yeni hançerler saplanması akla bile getirilmemiştir. Louvre Müzesi önüne kondurulan cam piramitler bile fazlaca tartışmaya neden olmuş; yapımı kentliyle aylar süren etkileşimden sonra gerçekleştirilebilmiştir.

 

 

 

Eski Paris’in her bir köşesindeki pek çoğu bir önceki yüzyıldan kalma yapıların yanı sıra ortaçağ döneminden kalma sayısız yapıt koruma altındadır. Ayrıca, bu yapıların hemen tümü bugün de kullanımdadır.

 

 

 

Paris’e bu ilk bakış bile Türkiye’nin hangi kentinde yaşıyorsak yaşayalım her birimizi öfkelendirmeye yetip de artacaktır. Eskişehir, Muğla, Safranbolu ve Beypazarı gibi bir kaç ayrıcalıklı kentimiz bir yana bırakıldığında yönetenlerimizin yetersizliği ve öngörüsüzlüğü ortaya koydukları ucubeler aracılığıyla anıtlaşmıştır.

 

 

 

İzmir’in tarihi liman bölgesini ardı sıra yükselen kulelerle doldurmakta ve bununla da yetinmeyip Alsancak Stadı’nı AVM’ye dönüştürmekte sakınca görmeyen anlayış neyse; İstanbul’un silüetini bozan yapılaşmayı iş işten geçtikten sonra fark eden yaklaşım ve Ankara’yı köstebek yuvasına çeviren ilkellik Paris’i gördükten sonra daha da belirginleşmiş oluyor insanın zihninde. Bu kadarla kalsa iyi! Bu saçmalıklara yol açan, izleyici olan ve kamunun değil bir avuç çıkarcının koruyuculuğuna soyunan kent yöneticilerimizin kulaklarını her an çınlatmamızdan daha doğal bir durum olabilir mi bu manzara karşısında? Her ne kadar bu ucubelerin kentlerimizde boy vermesine sessiz kalanlara saydırsak da; gerçekte her birimizin zavallılığı, duyarsızlığı ve aymazlığı değil midir kentlerimizde cam-çelik ve betona bürünüp de kendisini gösteren çirkinlikler?

 

 

 

Paris kentinin yeraltında başka bir dünya olduğunu unutmayalım! Yapımına 1900 yılında başlanan Paris Metrosu bugün 16 hat ve 241 km ulaşım ağına sahiptir. Böylelikle taşıtların değil de insanların kitleler halinde taşınması söz konusu olabilmektedir. Bugünün İzmir’inde ise Konak’a lastik tekerlekli taşıtları getirecek olan tünel tamamlanmak için gün saymaktadır. Bugünün İzmir’inde “bunlardan nasıl kurtulmalı?” sorusu sorulacak yerde dolmuşların ulaşım sistemiyle bütünleştirilmesi ve kentkart ödeme düzeneğine eklemlenmesinden söz edilebilmektedir.

 

 

 

Böyle bir tablo karşısında Stephane Hessel’in “Öfkelenin!” öğüdüne uymaktan başka seçenek görebiliyor musunuz?

 

 

 

Büyük kentlerimizde yok olmak için gün sayan eski yapılarımızın üzerine “Her an yıkılabilir!” yazmaktan başka becerisi olmayan yerel yönetimlerin zavallılığına ne demeli? Allama, pullama ve gerçek anlamda gereksinim olmaktan çok göz boyama hizmeti sunan akıldışı yatırımlar, her sene değiştirilerek yandaş yüklenicilerin parasal kazanç ağacına dönüştürülen her türlü sözde yatırım ne denli şanssız olduğumuzun canlı belgelerinden yalnızca bir kaçıdır.

 

 

 

Paris’te yer alan 60 dolayında müze tarihsel ve etnografik birikimin sergilenmesi bakımından önde gelen aygıtlardır. Paris’in bir mimarlık müzesi olarak korunması yalnızca bu kente yılda 45 milyon gezgini çekebilmektedir. Bizde ise getto turizmiyle edinilen dövizler Paris’in turizm potansiyeli ile karşılaştırıldığında gülünç tablolar oluşturmaktan öte bir durum koymamaktadır ortaya.

 

 

 

Seine ırmağında bir aşağı, bir yukarı işleyen tekneler kentin konuklarını Paris’le bir de sudan tanıştırırken; iki katlı üstü açık otobüslerle indi-bindi yaparak kentin kılcal damarlarına dağılan sayısız gezgin kendinden geçmektedir. Bu da tanıma ve keşfetmenin yanı sıra daha fazla para harcama olgusuna denk düşmektedir.

 

 

 

Paris’in tartışmasız simgelerinden birisi olan Eyfel Kulesi’nin bunca zenginlik içinde hak ettiğinden çok ilgi gördüğünü de saptamakta yarar var. Yakından görüldüğünde fotoğraflardakiyle ilgisi olmayan soğuk ve itici bir demir yığınıyla karşılaşmak şaşırtıcı olsa da Parislilerin bu yapıdan hiç de vazgeçmeye niyetli olmadıklarını eklemekte yarar var.

 

 

 

Romantizmin, sanatın, mimarlığın yanı sıra elbette devrimin de başkenti Paris’i üç günlük konuklukla yazmak ne denli olanaklı? Ama, hiç yapmamaktan iyidir diyerek yazı dizisine başlıyorum.

 

 

 

Her zaman olduğu gibi yorum, tarihsel gönderme ve ülkemizdeki/dünyadaki izdüşümlerine dokundurma yaparak…

 

 

 

Ceyhun BALCI, 27.05.2013

 

Görsel

 

Posted in

Yorum bırakın