Resim

“Bilinen”  Menderes

 

Yaman Örs *

Yakın günlerde, Adnan Menderes’in kendisinden genç, ancak onun en yakın siyaset arkadaşlarından ve dostlarından olan, tıp doktoru Mükerrem Sarol’un Bilinmeyen Menderes kitabının, 30 yılı aşan bir süreden sonra İnkılâp Kitabevi tarafından yeniden basılmıştır. Toplam bin sayfaya yaklaşan kitabın iki cildinin de arka sayfalarında ayrıca “Fotoğraflarla Bilinmeyen Menderes” bölümleri vardır. İlk baskısı 1981’de yapılmış olan kitabın yazarı, 1995 yılında ölmüştür.

Benim bu bağlamdaki amacım, kitabın geniş bir özetini vererek onu tanıtmak değil, ondan alıntılar da yaparak en önde gelen noktalarını  belirttikten sonra, 1950-1960 yılları arasındaki “Menderes dönemini” yaşamış bir lise ve üniversite öğrencisi olarak, o yıllarla ilgili çok temel olumsuz noktaları sıralamaktır. Böylece Dr. Sarol’un yapıtında yer verdiği “başarılarının” yanında Menderes’in (ve yakın çalışma arkadaşlarının) ülkeye verdiği ne gibi “büyük zararların” bulunduğunu ortaya koymuş olacağımı düşünüyorum. Bu yolla, 27 Mayıs olayının anlamı ve işlevi de ortaya çıkmış olacak; bir bakıma, Dr. Sarol’un yapıtındaki “bilinmeyen” kişi ile buradaki yazının “bilinen” kişisi, bu bağlamda birleşmiş olacaktır denebilir.

Kitabın birinci cildinde arka kapaktaki tanıtım yazısının ilk tümcesi şöyledir: “Saffet, gaflet, hıyanet, Menderes’in fani hayatını elinden almıştır.” Burada daha sonra şu satırlara yer verilmektedir: “Türk siyasi tarihinin önemli isimlerinin etrafında şekillenmiş bir tarihe çok önemli notlar düşen bu kitapta Dr. Mükerrem Sarol, Demokrat Parti’nin kurulduğu günden itibaren Yassıada’ya kadar siyasi tarihimizin en çalkantılı dönemlerinden birine tanıklık etmiştir.” Daha sonra: “… ‘Gizli oy, açık tasnif’ kuralını ters çevirerek ‘açık oy, gizli tasnif’ şeklinde uygulayan CHP’nin 1946 seçimlerini kazanması.” 1950 seçimleri ve DP iktidarı… İsmet İnönü’nün, ‘DP’yi devirebilmek için ihtilal yolunu deneyeceğiz.’ sözleri…” Burada, yazarın ağırlık vererek yazdığı olayları, kullandığı dili, gerek Menderes ve çevresi ile yandaşları için kullandığı sözcükler; gerekse Cumhuriyet Halk Partisi ve savunucuları için seçtiği dil ve sözcükleri, olayları değerlendirmesi vb. için kuşkusuz kitabın kendisini okumak gerekir ki onu da bu satırların okuyucularına bırakmak durumundayım.

Yazarın karşısında olanlara yerine göre ciddi hakarete varan anlatımlarında; bunların yanında kendi açısından Cumhuriyet, Demokrasi, Laiklik, Atatürk, 27 Mayıs konularını ve benzeri konuları dile getirmesinde, ülkemizde “eğitim görmüş sağın” alışılagelmiş yaklaşımlarını buluyoruz. Bu arada, yer yer önemli mantıksal yanlışlar ve tutarsızlıkları da.

İkinci cildin arka kapağında, burada örnek olarak verilebilecek şu anlatımlar bulunuyor: Menders’in, “Ben düşersem, ya canımı darağacında alırlar ya da yurtdışına sürerler.” sözü. “… İnönü’nün bitmeyen ihtilal ortamı yaratma çabaları… 27 Mayıs Darbesi…” “Ve Kırat’ın talihsiz süvarisinin bilinmeyen hikâyesi…”.

Gelelim 27 Mayıs olayına. Bu olayı yerinde ve haklı bulan insanların arasında, verilen idam cezalarını onaylayacakların sayısı kanımca çok azdır. Öte yandan, Adnan Menderes’in, kendi dönemi içinde 43 idam cezasını onayladığının bilinmesi de ilginç olabilir. Kuşkusuz bu gerçek de, onun (ve iki bakanının) idamının haklı bulunması için kesinlikle bir gerekçe olarak düşünülemez.

27 Mayıs’ı büyük çoğunluğu sağcı, bir bölümü şu ya da bu ölçüde Atatürk karşıtı / düşmanı olanların anladığı biçimde “demokrasiye indirilmiş bir darbe” olarak görenler günümüzde hiç de az değildir..

Böyle bir savda (en az) iki temel yanlış bulunuyor. Birincisi, aşağıdaki gerçeklerde görüldüğü gibi, 1950’yle birlikte Türkiye’deki iktidar ülkeye değişik alanlarda büyük zararlar vermiştir. İkinci olarak, özellikle geri kalmış ülkelerin demokrasilerinde görüldüğü gibi, seçimler demokrasi düzeninin tartışılamaz en büyük yönü, seçilenler de kendilerini seçenlerin istediklerini (ve başka yanlış işleri) yerine getirecek “mutlak temsilciler” olamazlar. Halkın seçilenlere aktardığı egemenlik sınırsız olamaz ve bir yandan toplum bir yandan adalet kurumları onları uygun yollarla denetlemek durumundadırlar. Bu, hukukun ve demokrasi düzeninin üstünlüğü demektir.

Demokraside en büyük güçlük, demokratik seçimlerle iktidarı ele alanların kendilerinin kişi ve topluluk olarak demokrasi düzenini anlamış ve onun ilkelerine uyacaklarını bilip bilmedikleridir. Demokratik anlayışa ve ekince (“kültüre”) sahip olmayan bir iktidarın bulunduğu bir ülkede, bu tür düzen nasıl yürütülebilir ve sürdürülebilir? “Düzen ve ekinç olarak demokrasiyi ancak demokrat insanlar yürütebilir” dersek, bir abartma olur mu?

Gelelim Türkiye’deki demokrasiye ve 27 Mayıs’ın buradaki yerine; bunun için de, onu gerçekleştiren ve savunanların ileri sürdükleri, saydıkları, özellikle Adnan Menderes’le ilgili başlıca noktalara:  — 6-7 Eylül olaylarında önceden haberi olmasına karşılık onlara müdahale etmemek;  — Üniversiteye baskın yaptırmak ve halka ateş açtırmak;  — Muhalefet önderi ile bazı muhalefet milletvekillerinin yolculuk özgürlüklerini kısıtlamak;  — Devlet radyosunu siyasal çıkarları için kullanmak (bu arada, bir “Vatan Cephesi” kurmak);  — Halkı Demokrat İzmir gazetesinin basım yerini yıkmaya teşvik etmek;  — İl olan Kırşehir’i (seçim sonuçlarından dolayı) haksız olarak ilçe yapmak.;  — Muhalefete karşı tahkikat komisyonu kurdurup onu olağanüstü yetkilerle donatmak;  — CHP’nin mallarına haksız yere el koydurmak…

Bunların yanında, Menderes ve partisinin ülkemiz insanına verdiği, yine hepsini burada sayamayacağımız başka ciddi zararlar da vardır:  — Haziran 1950’nin başında, “ordu darbe yapacak” gerekçesiyle, tüm üst kademe komutanlar da içinde olmak üzere 15 general ve 150 albayı emekliye sevk etmek;  — Kore savaşına, Amerikan ordusunun komutası altında ve Meclis’ten izin almadan asker göndermek, sonuçta bine yakın yurttaşın ölmesine, binlercesinin yaralanmasına neden olmak;  —  Önemli birtakım fabrikaların, bu arada silah fabrikalarının özelleştirilmesini sağlamak;  — Yabancılara petrol arama ve çıkarma izni verilmesi;  — Cezayir Kurtuluş Savaşı’nda Fransa’nın (çağın Fransız katliamının) yanında olmak;  — Yargının, Hukuk’un üstünlüğünü savunan üst düzey yöneticilerini emekli etmek ve bunlara benzer tutumlar…

Menderes’in ve partisinin çoğunluğunun demokrasi, ülke, insan… konularındaki anlayışları böyle. Dr. Sarol’un kitabında bu konularla ilgili “gerekçeleri” de kuşkusuz buluyoruz.

27 Mayıs’ın Türkiye’ye getirdiği değişiklikler, yeni kurumlar, bu arada ikinci meclis (senato), yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü, üniversite özerkliği vb. ise, birtakım yönlerden Batı demokrasilerindekilerin bile önüne geçecek düzeydedir. O zaman bu hareket, nasıl Devrim değil de “darbe” oluyor? Milletvekillerine, “Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz” ve “Odunu koysam milletvekili seçtiririm” diyen “bilinen Menderes” ise, demokrat?

*  Ankara Atatürk Lisesi’ni 1954’de, Ankara Tıp Fakültesi’ni 1960 yılında bitiren Dr. Yaman Örs’ün bu fakülteden Patoloji ve Tıp Tarihi – Deontoloji uzmanlıkları ile ODTÜ’den aldığı Felsefe doktorası vardır. Akademik yaşamının büyük bölümünü, bitirdiği fakültede geçiren Prof. Örs, Ankara dışındaki kentlerde de (emeklilik sonrası da içinde olmak üzere) çoğu tıp olmak üzere değişik fakültelerde dersler vermiştir. Onun başlıca ilgi alanlarını, tıp ve biyolojinin, bilim, tarih, etik ve felsefenin yöntembilgisi (“metodolojisi”), evrim kavramı, biyoetik ve biyopolitika, dil sorunları, laiklik ve çağdaşlaşma konuları oluşturmaktadır. Daha yakın yıllarda özellikle Felsefenin Psikolojisine yönelmiş; bu arada, çoğu Ankara’da bulunan değişik konumlardaki akademisyenlerle birlikte Bilim ve Bilimsel Felsefe Çevresi’ni kurmuştur. Yurt içinde değişik üniversitelerde de çalışmış, yurt dışında değişik amaçlar ve sürelerle özellikle Avrupa ülkelerinde bulunmuştur. 2003 yılının başlarında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Deontoloji Anabilim Dalı’ndan yaş sınırından emekli olmuştur.

Posted in

Yorum bırakın