sontur33NÜ(!)
“Ben böyle sanatın içine tükürürüm”
(Melih GÖKÇEK, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı )

“…Ancak sergideki bazı nü tabloların üzerlerinin “tülbentlerle” örtülmesi dikkat çekti.”
(Gaziantep)

http://www.milliyet.com.tr/2007/11/23/son/sontur33.asp

“Şehnaz Aykaç’ın Yeminli Mali Müşavirler Odası Sanat Galerisi’nde açtığı ve 54 eserin bulunduğu ‘Yaşamdan Boyutlar’ sergisinde bulunan 25 nü tablo ‘ahlaka uygun olmadığı’ gerekçesiyle kaldırıldı.
(İstanbul)

http://www.sondakika.com/haber-nu-tabloya-sansur/

İstanbul’da CRR’de edebe aykırı tablo sergi dışı bırakıldı.

http://www.birgun.net/news/view/bu-bir-meme-olayi-degildir/9003

c8b6d-sansur1

“Laiklik tehlikededir diyemem!”
Kemal KILIÇDAROĞLU
http://www.gazetevatan.com/-laiklik-tehlikededir-diyemem–330312-siyaset/

Anayasa’nın gereğini yerine getiren Prof Dr Rennan PEKÜNLÜ’yü cezaevine uğurlamak için gün sayıyoruz!
http://www.aydinlikgazete.com/guendem/57046-bilim-ve-aydinlanma-mucadelesinin-adi-rennan-pekunlu.html

“Sanat”a yaklaşıma ilişkin üç örnek!
Farklı tonlarda üç tepki : aşağılama, sansürleme ve yasaklama!
Tümüyle bireylere ilişkin tepkilerin öznelliğinden de kuşku duyulamaz! Günün birinde, ortam da uygunsa eğer birilerinin bu türden tabloları yapanları, heykelleri yontanları “günahkâr” olarak nitelemesi kimseyi şaşırtmasın!
“Laiklik” kavramı basmakalıp tanımlarla belletilip içeriğinden arındırıldıkça, toplumun da böylesi önemli olaylara kayıtsızlığı rastlantı sayılmamalı.
Oysa, biraz ayrıntılı düşünüldüğüne bu üç olayın önemsenmesi gereği anlaşılacaktır.
“Sanat” aydınlanma sürecinin önemli bileşenlerinden biri olduğuna göre sanat yapıtlarına yönelik bu tavırların aydınlanma değerlerine de saldırı olduğu çok açıktır!
“Laiklik” çoğumuzun bildiği gibi “din işlerinin devlet işlerinden ayrılmasıdır”. Yalnızca bu kadar mıdır? Oysa, son zamanlarda öne çıkartılan bir başka vurguyu da anımsamadan geçmemek gerekir.
Buna göre “laik devlet”in tüm inançlara eşit uzaklıkta olduğu söylenip durmaktadır. Bir ölçüde doğrudur. Ama, o laik devlet aynı zamanda özel alanda kalması gereken inanca ilişkin öğelerin kamusal alana taşınması karşısında yansız ve nesnel davranabilir mi? Hatta, tersine böylesi girişimler laikliğe, inancın aklı, dinin de bilimi sindirmesi olasılığına karşı tetikte olma görevini yükler.
Bu tanımlar ışığında tablolarda var olduğu savlanan “edep dışılık” gerekçesi ile sergilenen bağnazlık “laiklik” ilkesinin çiğnenmesi anlamı taşır!
Böyle bir gidişin gelecekte yol açması olası felaketleri kestirmek için akademik araştırmalar yapmaya gerek olmadığını söylemeye bilmem gerek var mıdır?
Yeni yılın ilk saatlerinde gaz sızıntısı nedeniyle yaşamdan kopan gençlerimize yönelen bağnazca yakıştırmalar da, daha birkaç gün önce alkol aldıkları gerekçesi ile saldırıya uğrayan insanlardan birinin ölmesi de belleklerimizdeki canlılığını koruduğuna göre; günümüz Türkiyesi’nde akıl ve bilimin inanç ve din bağnazlığından korunmaya muhtaç duruma düşürüldüğünü söylemek abartılı bir saptama olmasa gerektir.
Bu noktada, seksen beşinci yaşını kutlayan Cumhuriyetimiz’in hızla dalya demeye doğru yol aldığını göz önünde tutarak, bu duruma gönderme yapmakta yarar var!
Geçen yüzyılın başında dünyaya örnek olmuş bir ulusal kurtuluş savaşı vererek emperyalizmi yenilgiye uğratan, orada kalmayıp bir ulus-devlet kuran, devrimlerle kulu yurttaşa dönüştüren bir toplumun bireyi olarak bu sorgulamayı yapmayı kaçınılmaz bir görev olarak görüyorum.
Bugün bizlere uygarlık pazarlayan birçok Avrupa ülkesine bile yurttaşlık bilgisi dersi veren, bunun kitabını bile yazmış önder olan Atatürk’ün ülkesine yaraşıyor mu bu yaşananlar diye sormak zorundayız.

“Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır…

Yukarıdaki sözleri söyleme bilgeliğini geçen yüzyılın belki de henüz ortaçağdan kurtulamamış coğrafyasında gösterebilen Atatürk’e “diktatör” yakıştırması yapıldığına sıkça tanıklık eder olduk!

Aslına bakılırsa, bugün yaşadıklarımız sözcüğün tam anlamıyla yukarıdaki sözlerle bize bıraktığı biricik kalıta ihanetin göstergeleridir.
Bugün sanatı aşağılayan, sansürleyen ve yasaklayanların yarınlarda neleri yapacağını kestirmek için çokça beklemeye de gerek olmadığını düşünüyorum.
Ama, ne yazıktır ki; böylesi aydınlanma karşıtı girişimlere karşı durması gerekenlerin yakalandıkları “budalalık sayrılığı”nın da etkisi ile çoğu zaman etkin kimi zaman da edilgen bir yaklaşımla bu bağnazlığa destek verdiklerine tanıklık etmekte olduğumuzu görmek durumundayız.

Cumhuriyetimiz’in yüzüncü yılında nasıl bir tablo ile karşılaşacağız sorusunun yanıtı ne yazık ki; hiç de iç açıcı değildir. Alabildiğine umutsuz ve karanlık bir tablonun bizleri ve Cumhuriyet’i beklediğini söylemek karamsarlıktan çok gerçekçilik sayılmalıdır.
Ancak, bu umutsuz ve karanlık tablonun derin bir umarsızlık duygusu yaratması sonucuna ve ipin ucunu bırakmamız gereğine katılmıyorum!
Hep belleğimde tuttuğum, her fırsatta anımsadığım bir gerçek umutların yeşermesine, umarların üretilmesine katkıda bulunabilir düşüncesindeyim.
İşgal İstanbul’unda, hem de azgın mütareke basınının acımasız ve işbirlikçi tutumu ortamında yurdu kurtarma, emperyalisti kovma ve onurlu, başı dik bir ulus yaratma çabaları ile de bildiğimiz Atatürk’ün yapıtını koruma dürtüsü, kalıtçısı olan bizler için yeterince güç kaynağı değil midir?
Kısacası, çalışmak, çabalamak ve emek harcamak vazgeçilmez bir eylem biçimi olmak zorundadır.
Eğer, Cumhuriyet’in 100. Yılında akıl ve bilimin tümüyle tutsak düştüğü, aydınlanma değerlerinin silindiği ve daha da kötüsü ortaçağ değerlerinin yaşama egemen olduğu bir tablo ile karşılaşmak istemiyorsak…
Ceyhun BALCI, 04.01.2009

Posted in

Yorum bırakın