Bir kaç günlük Polonya gezisinden önce Polonya’nın tarihine göz atarken XVIII. Yüzyılda Polonya’yla ilgili olarak çok fazla şey yazılmadığını fark ettim. Çünkü, XVIII. yüzyılın sonundan başlayarak XIX. yüzyılın tamamı Polonya’nın karanlık çağı olmuş. XVI. yüzyılda İsveç’le başlayan işgal süreci bu karanlık dönemde ülkenin farklı bölgelerine göre değişiklik göstermek üzere Rusya, Prusya ve Avusturya ile sürmüş. Farklı etkenler bir araya gelince Polonya’nın kendisini bu kıskaçtan kurtarması olanaksızlaşmış. Polonya’da son kralın tarih sahnesinden inişiyle (1795) ilk cumhurbaşkanının seçimi (1918) arasında yaklaşık 125 yıllık bir fark olduğu görülür.

Hiç kuşkusuz bu karanlık dönem sessiz, sedasız geçmemiştir. Ayaklanmalar ve devrim girişimleri söz konusu olsa da işgale son verilip, bağımsızlığın kazanılması söz konusu olamamaıştır. Her ayaklanma ya da devrim girişimi de o hareketlerin içinde yer alanlar için sürgün anlamına gelmiştir. Ayaklanmalara ve başkaldırılara özellikle önderlik edenlerin başarısızlık durumunda sürgüne gitmeleri kaçınılmaz olmuş. Bu durum pek çok Polonyalının ülke dışına dağılması anlamına gelmiş. Paris önde gelen sürgün yeridir o yıllarda Polonyalılar için. Paris öncelikli ve elverişli konumda olsa da; Osmanlı başkenti İstanbul da dönemin Leh diyasporası için çekim merkezine dönüşmüş.
Tarihe bakıldığında Türk-Polonya karşılaşmalarının çoğunlukla savaş alanlarında olduğu görülür. Kosova, Niğbolu ve Varna’yla başlayan savaş geleneği son olarak II. Viyana Kuşatması’na son veren saldırının kahramanlarından Leh Kralı Jan Sobieski’yle sürmüş. Buna karşılık, Polonya’nın Avrupalı diğer devletlerce işgaline eylemli değilse bile söylemli karşı çıkış gösteren tek devlet Osmanlı olmuş. Olasılıkla bu tutum geçmişteki savaşların bir yana bırakılmasını ve yakınlaşmayı doğurmuş olmalıdır. Kırım Savaşı sırasında Ruslara karşı Osmanlı’yla omuz omuza savaşan Polonyalıların da İstanbul’daki Leh kolonileşmesini olumlu yönde etkilemiş olduğu nesnel bir gerçektir. Osmanlı, Polonya’nın karanlık yüzyılı boyunca Polonyalılar için güvenli liman olmuştur demek hiç de yanlış olmaz.
Polonya’nın işgal altında kaldığı yıllarda kendisini gösteren dostluk ortamı Polonyalıların işgalden kurtuluş zamanını tanımlamak için “Türk atları Vistül’den su içtiği zaman!” demelerine bile vardırmış işi!
Bir süreliğine geldikleri İstanbul’da yaşamlarını yitiren ve burada silinmez izler bırakanların yanı sıra özellikle asker Polonyalılar Osmanlı’ya sığınmakla yetinmemiş; kimileri Türkleşmişler de! Din ve kimlik değiştirip kendilerine yeni bir yaşam kuran asker kökenli Polonyalılar Osmanlı ordusunda önemli görevler üstlenmişler. Doğma, büyüme buralı gibi davranabilmişler.
Leh Türkler geçidini başlatabiliriz.
MICHAL CZAYKOWSKİ (1804-1886)
Önemli sığınmacılardan birisi Polonya’daki 1830-31 ayaklanmasının başarısız olması sonrasında İstanbul’a gelen Michal Czaykowski’dir. Başlangıçta bir şirketin İstanbul temsilcisi olarak gelen Czaykowski sınırdışı edilmesi için Rusların baskısını artırması sonucu İstanbul’da kalmaya karar vermiş. Mehmet Sadık adını alarak Kırım Savaşı’nda Türklerle omuz omuza çarpışan Polonya lejyonuna komuta etmiştir. Bir bocalama döneminden sonra eski dinine dönen Mehmet Sadık Paşa Ukrayna’daki bir çatışmada tutsak düşmek üzereyken canına kıymış. Müslüman olan eşi Ludwiga da 1886’a dek İstanbul’da yaşamış. Czaykowski kurucularından olduğu Polonezköy’deki anıt gömütte uyumaktadır.

ADAM JERZY CZARTORSKY (1770-1861)
Bir başka önemli kişilik Prens Adam Jerzy Czartorsky. 1831’de Varşova’da işgalciler karşısında uğranılan bozgun sonrasında ülkesinden ayrılmak zorunda kalan Adam Czartorsky Osmanlı’ya sığınarak padişahın da izin vermesiyle bugün de varlığını sürdüren Polonezköy’ü kurdu. Polonezköy adını almadan önce bu yerleşim onun adıyla; Adampol olarak anıldı. Czartorsky Türkleşmemekle birlikte, İstanbul’da Türkleşmiş bir Leh kadar derin bir iz bıraktı.

Prens Czartorsky’nin adı bugün Krakov’da Florian Kapısı yakınındaki Tarih Müzesi’nde yaşatılmaktadır.

Czartorsky Müzesi, Krakov
ADAM MİCKİEWİCZ (1798-1855)
Adam Mickiewicz de yolu İstanbul’a düşen ünlü Polonyalılardan bir başkası. Mickiewicz’i tanımlamak için benzetme yapmak gerekirse; Türkiye’de Namık Kemal, Almanya’da Goethe, Rusya’da Puşkin neyse Polonya’daki eşdeğeridir demek yanlış olmaz!
Mickiewicz’in İstanbul’a geliş nedeni Türkiye’deki Polonyalıların durumunu incelemek ve Kırım’da savaşan Polonyalılara moral vermektir.

5 Eylül 1855’te İstanbul’a geldiğinde 57 yaşındadır. Yaşamı Polonya’nın işgal dönemine denk düştüğü için özgürlük aşkı önde gelen özelliği olmuştur. Bu tutku dizelerine şu şekilde yansımıştır :
“Zincire vurulmuşum daha beşikte,
Selâm sana istiklâlin fecri,
Ardında doğacaktır hürriyetin güneşi.”
Bir süre bir başka Leh Türk olan Mehmet Sadık Paşa’ya (Michal Czaykowski) konuk olduktan sonra şimdiki Tatlı Badem sokaktaki 29 numaralı eve taşınarak ölümüne dek orada yaşamış.

İstanbul Talimhane’de Kırım seferi için hazırlanan askerleri ziyarete gittiği zaman koleraya yakalandığı sanılan Mickiewicz bu amansız hastalığa yenik düşmeden önce başucunda bulunan bir başka Leh Türk İskender Paşa’ya şu sözleri söyleyerek vedalaşmış yaşamla!
“İstanbul’da koleradan öleceğimi bilseydim, yine buraya gelirdim. Çünkü bu görevimdi. Ben Fransa’da bir bilim akademisinin genel sekreteri olmaktansa (İstanbul’a gelmeden önce o görevdeydi) bir Türk taburunun kâtibi olmayı tercih ederim.”
İç organları Beyoğlu’da şimdiki Tatlı Badem Sokak’ta yaşadığı eve gömülmüş. Mickiewicz’in cenazesi önce Paris’e; daha sonra da 1890’da Polonya’ya gönderilerek sonsuz uykusunu ülkesinde sürdürmek üzere gömülmüş. Mickiewicz İstanbul, Paris ve Polonya’da yaşamaktadır demek hiç de yanlış olmaz.
Evinin bulunduğu sokağa önce Adam adı verilmiş, daha sonra Badem, onu izleyerek Acıbadem denmiş. Son olarak Tatlı Badem’de karar kılınmış.
Adam Mickiewicz Polonya’da günümüz de saygın ve değerli bir kişiliktir. Heykelleri Varşova ve Krakov’da en seçkin meydanları süslemektedir.
Onunla ilgili sözlerimize Türklere ilişkin görüşlerini paylaşarak son verelim!
“Polonya’nın, komşu düşmanlar tarafından ezilmesine hiçbir devletin ses çıkarmadığı günlerde, tek dostumuz Türkler olmuştur. Biz Türkler’i düşmanımızın önünde eğilmediği ve Polonya’nın işgalini kabul etmediği için, üstün bir millet olarak severiz.”
ANTONİ ALEKSANDER ILINSKİ (MEHMET İSKENDER PAŞA) (1814-1861)
1830-31 Leh Ayaklanması’nda yer aldıktan sonra Adam Czartorsky’nin Paris’ten yönettiği sürgünler hareketine katılmış. 1844’te Adam Czajkowski önderliğinde Kazaklara yönelik etkinlikler içinde yer alırken Rusların ihbarıyla tutuklanınca Türkleşerek din değiştirmiş. Yarbay rütbesiyle orduya katılmış.

Kırım Savaşı’na katılan İskender Paşa daha sonra Bağdat’ta da görev yapmış.
STANISLAW CHLEBOWSKİ (1838-1893)
Türklerle yakınlığı olan bir başka Polonyalı, ressam Stanislaw Chlebowski (1835-1884)’dir. Türkleşme ve Müslümanlaşma doğrultusunda adım atmamış olsa da padişah Abdülmecit’in çağrısıyla İstanbul’a gelen Chlebowski 10 yılını burada geçirmiş. “Fatih’in at üstünde İstanbul’a girişi” önemli tablolarından birisidir.
JAN MATEJKO (1838-1893)
Yazgısı Türklerle kesişen ünlü Polonyalı ressamın da yolu İstanbul’a düşenler arasında anılıyor. Bandırma’da mermercilik yapan bir yakınına konuk olmuş.

Jan Matejko Anıtı, Krakov
Jan Matejko Polonya’nın çok tanınmış ressamlarından birisi. Krakov’da adını taşıyan Güzel Sanatlar Akademisi ile sergi solunu ve heykeli var.
JOSEF BEM (MURAT PAŞA) (1794-1850)
Türkleşen Leh Josef Bem (1794-1850) Polonya’daki 1830-31 ayaklanmasında önemli başarıların altına imza atmış olsa da başkaldırının bastırılması sonrasında Leipzig üzerinden Paris’e gitmiş.

Daha sonra 1848’de Macaristan’da Lajos Kossuth önderliğindeki ayaklanmada savaşmış. Burada da bazı başarılar elde edilmesine karşın Rusların Macar ordusunu yok etmesiyle yenilgi kaçınılmaz olmuş. Öyle ki, savaş alanında ölü taklidi yaparak kurtarmış canını. Lajos Kossuth’la birlikte bir sonraki durağı İstanbul olmuş.
İstanbul’da müslümanlaşarak Murat Paşa adını almış ve Halep’e vali olarak atanmış. Halep’teki Arap ayaklanmasında Hıristiyanların kıyımını önlemeye çalışırken yaşamını yitirmiş. Kemikleri 1929’da Polonya’ya taşınmış.
KONSTANTİN BORZECKİ (MUSTAFA CELÂLETTİN PAŞA)
(1826-1876)
Polonya’daki başarısız 1848 devrimi sonrasında Paris yoluyla Osmanlı’ya sığınan Konstantin Borzecki İstanbul’a gelir gelmez Osmanlı ordusuna katılmış. Komutanı Ömer Lütfü Paşa’nın sevgi ve övgüsünü kazanmış. Bununla yetinmeyip paşanın kızı Saffet hanımla yaşamını birleştirmiş.


Yeni adıyla Mustafa Celalettin Paşa öylesine Türkleşmiş ki; Türkçülük akımının önde gelen kuramcılarından ve destekçilerinden birisi olmuş. 1869’da “Eski ve Modern Türkler” kitabında Türklerin tarihini yazmış. Görüşleriyle Namık Kemal ve Süleyman Paşa’dan başlayarak dönemin önde gelen Türkçülerini etkilemiş.
Yalnızca onlar mı etkilenmiş Mustafa Celalettin Paşa’dan?
Mustafa Kemal’in okuduğu kitaplar arasında da yer almış “Eski ve Modern Türkler”. Kitabı boşluklarına notlar alarak okuyan Mustafa Kemal’in bu fikirlerden etkilendiği sonraki yıllarda çok daha iyi anlaşılacaktır.
ENVER CELALETTİN PAŞA (1857-1929)
Mustafa Celâlettin Paşa’nın oğlu Enver Celalettin de tıpkı kendisi gibi Osmanlı subayı olur. Eğitimci ve dilci sıfatları da eklenmiş adının önünde. Yıldız Sarayı’nda kurulan ve Osmanlı-Yunan Savaşı’nı izleme komitesi olarak da adlandırılabilecek bir yapılanmanın içinde olmuş. Bu yapılanmayla başlayan konuya ilgisi zamanla bu alanda uzmanlaşması sonucunu doğurmuş. Çok ilginçtir! Bu konudaki yetkinliği onun uzaklara yolculuk yapmasına da neden olmuş. Yunan İsyanı’yla baş etmeye çalışan Osmanlı ne yapacağı konusunda karar veremezken; II. Abdülhamit, Enver Celalettin’i o sıralarda (1897) İspanyollara karşı bağımsızlık savaşı vermekte olan Küba’ya göndermiş. İddiaya göre II. Abdülhamit’in niyeti Küba’daki isyana karşı İspanyolların tutumunu gözlemlemek ve Girit İsyanı konusunda Osmanlı’nın yapabilecekleri konusunda izlenim edinmektir.

Enver Celalettin’in öyküsü Ankara’da Küba Büyükelçisi olarak bulunmuş olan Ernesto Gomez Abascal tarafından “Havana’da Türk Tutkusu” adıyla kitaplaştırılmış.
Sözlerimizin sonunda Hasan Enver’in iki kızından Celile hanımın Nazım Hikmet’in, Münevver hanımın ise bir başka ünlü şairimiz Oktay Rıfat’ın anneleri olduğunu belirtmekle yetinelim.
Nazım Hikmet’in Leh köklerine göndermede bulunan dizeleri konumuzu tamamlamış olsun!
“Lehistan Mektubu”
“…..
Sevgilim, dayı kızım, Memed’imin anası,
Dedelerimizden biri
1848 Polonya muhaciri.
…..
Lehistan’dan gelmiş dedelerimizden biri,
Gözlerinde karanlığı yenilginin,
Saçları al kana boyalı.
Uykusuz geceleri Borjenski’nin
Benimkilerine benzer olmalı.
Tıpkı benim gibi o da
çok da uzaklarda kalan bir ağacın altında
Unutmuş olabilir uykusunu.
Onu da benim gibi deli etmiştir, deli,
Her solukta alıp da memleket kokusunu
Memleketi bir daha görmemek ihtimali.
Sevgilim
Nerde, ne zaman hürriyet dövüşmüş de
ön safında Polonyalı bulunmamış.
Göğsümü kabartmıyor değil
dedelerimden birinin Lehli oluşu…


ygogus için bir cevap yazın Cevabı iptal et