Üzerinden bir hafta geçti, heyecanımız yatışmaya başladı. Bu durum olayın diğer yönlerini irdeleme fırsatı yaratıyor.
Türk Ordusu’nun Barış Pınarı Harekâtı geçtiğimiz bir hafta boyunca başarılı olmuştur. En azından başarısız olduğuna ilişkin en küçük belirti yoktur. Harekâtın başarısını dolaylı yoldan da sınamak olasıdır. ABD ve özellikle de Avrupa kaynaklı, tepkinin ötesine geçmiş öfkeli yansımalar başarı göstergesi olarak okunmalıdır.
Dünyada bu çapta bir askersel operasyonu başarabilecek orduların sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Türk Ordusu’nun başarısı bu açıdan da önemlidir. Canını dişine takan, kanını ve canını başarı uğruna ortaya koyan ordumuzun yanında olmayı, onu desteklemeyi görev bilmeliyiz.
Diğer yandan, her askersel davranış gibi Barış Pınarı’nın da siyasi bir hedefi olmalıdır. Siyasi hedefi olmayan bir askersel davranış boşa harcanmış kan ve can demektir. Tam da bu noktada görev siyasete düşmektedir.
Siyasi hedef belirlenmiş olmalı ve bu hedefe yönelik ilerleyiş her an denetim altında olmalıdır.
2011’den bu yana Vekalet Savaşları’nın yaşandığı Suriye’nin sınırımıza komşu bölgesinde oluşturulmak istenen terör devletinin boy vermesinin önüne geçmek Türk Ordusu’nun askersel hareketinin siyasi hedefidir.
Baş koruyucu ve gözeticisi ABD’nin sahneden uzaklaşması sonucu ürkü yaşayan terör örgütü PYD/PKK doğal olarak farklı bir seçeneğe başvurmuştur. Suriye devletiyle PYD/PKK uzlaşması haberlerinden anlaşılan budur. Daha birkaç hafta önce Birleşmiş Milletler’e bu örgütleri terör oluşumu olarak bildiren Suriye’nin bu davranışı ilk bakışta yadırganabilir. Ancak, karmaşık çatışma ve rekabet ortamında bu dönüşün söz konusu olabildiği ve olabileceği de göz önünde tutulmalıdır.
Suriye’de bugüne uzanan sorunun başlangıç yılı olan 2011’i anımsamakta yarar var. Türkiye ve Suriye devletleri ortak bakanlar kurulu toplama noktasındaydı. İki ülke önderleri birlikte tatil yapmaktaydı. Buna karşılık Esat bir gecede Esed oluverdi. Başka deyişle keskin dönüş yapan bizdik.
Uluslar arası ilişkilerde ezeli dostluklar olmadığı gibi ebedi düşmanlıklar da söz konusu olamaz.
Ortaya çıkmasında pay sahibi olduğumuz sorunun çözümüne askersel olduğu kadar diplomatik katkıda bulunmaya hazır olmamız gerekirdi.
Suriye’nin içinde bulunduğu durumda PYD/PKK ile yakınlaşması hiç kuşkusuz bizim açımızdan kaygı verici bir gelişmedir. Hedefi terör olan Türk Ordusu’nun bu yakınlaşmayı izleyerek operasyon bölgesinde Suriye Ordusu’yla karşılaşması olasılığı belirmiştir. Bundan kaçınmanın sonucu ise terör odaklarına yönelik işlemlerin yarım kalmasıdır. Elbette, bu da istenen bir durum değildir.
Baştan beri olması gereken Türkiye-Suriye iletişimi ve görüşmelerinin doğrudan varlığıydı. Anlamsız inat dışında akılcı gerekçe ve dayanağı olmayan bu eksikliğin giderilmesi için hiçbir zaman geç değildir.
Görüldüğü kadarı ile bu eksiklik bir boşluğa yol açmaktadır. Bu boşluk ise askersel davranışımızın hedefinde olan PYD/PKK tarafından doldurulmaktadır.
Oysa, Suriye ve Türkiye devletleri bir araya gelse iş o kadar kolaylaşacak ki!
Yapılacak tek şey arşive girip 1998 tarihli Türkiye-Suriye Adana Mutabakatı’nı raftan indirmek ve uygulamaya koymak. Yirmi yıl önce Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkartılması ve korunup, kollanmasının sonlandırılması amacıyla yazılmış olan bu mutabakatın gereğini yaparak daha az enerjiyle, daha az kan ve can vererek sorunu çözüme kavuşturmak olanağı orada duruyor.


Ordunun başarısını taçlandırıp, sonuca erdirmek siyasetin istencinde. Bunu yaparsa başarılı, yapmazsa başarısız olacağı da ortada!
Siyasetin ve diplomasinin sahneye çıkma zamanı…
Ceyhun Balcı
17.10.2019

Yorum bırakın