
Ne bayramın önü ne de sonuydu dün. Karayolları kan gölüydü. Çoğu konuda anlaşamayan basın bu konuda oybirliği yapmış gibiydi. Kaza tanımlaması ortak paydada buluşturmuştu pek çok yayın organını.
Sıradan görünse de yaşamsal bir hatadır karayollarında yaşananlara kaza nitelemesi yapmak.
Aynı ülkenin insanı dolmuşun, taksinin ya da kişisel otosunun direksiyonu başına geçince başka metro, tramvay, tren, uçak ya da deniz taşıtı kullanınca başka davranıyorsa eğer orada kültüre bir sorun var demektir.
En küçük aksaklığın varlığında bir uçağı yerinden milim kıpırdatmayan, geminin kaptan köşkünde her kurala en ince ayrıntısına dek uyan, metroda ne gerekiyorsa onu yapan sürücü karayolunda bu kezlik böyle olsun, idare et abicim bişi olmaz anlayışı içindeyse yaşananları kaza olarak nitelemek en azından kendimize saygısızlık anlamına gelir.
Türkiye’nin çok partili yaşamla birlikte adım attığı borçla yaşam, tüketime dayanan büyüme ve son 40 yılda yerleşikleşen dışa bağımlılığın doğal sonucudur karayollarında yaşanan kaza görünümlü cinayetler.
Dokuz bin kilometre deniz kıyısı bulunan Türkiye’de deniz yollarının yük ve insan taşımacılığndaki hiçe yakın payı da çok şey anlatmalıdır anlamak isteyene.
Geçilmeyen yollara, köprülere, tünellere kamunun parasını ödeyerek çağcıl Deli Dumrul öyküleri üreten sistemin ağır bir karayolu baskısı altında olduğu yadsınmaz gerçektir.
Lastik üreticisinden, demir çelik sanayisine, yedek parçadan akaryakıta uzanan geniş yelpazesiyle ortama tam anlamıyla egemen olmuş karayolucu lobi aklınıza gelebilecek tüm düzenekleri tutsak etmiştir kendisine.
Tam da bu yüzden aracını koyacak yeri olmayan ama hanesine ikinci, üçüncü aracı almak isteyene “park yerin var mı?” sorusunu sormak söz konusu değildir Türkiye’de.
Ekonomik büyümenin de lokomotiflerinden birisidir karayolu taşıtı merkezli parasal hareketler.
Özellikle büyük kentlerin geniş, ferah caddeleri gereğinde 2-3 sıra park yeri oluverir otomobil sahipleri için. Hem de ücretsiz.
O da yetmez. Gece yarısından sonra kentlerin uçak pistine eşdeğer caddeleri iki ve dört tekerlekli görgüsüzlük aygıtlarına yarış pisti hizmeti verir. Verir vermesine de o saatte onları denetlemekle ödevliler de pek çok kişi gibi derin uykuya dalmakta sakınca görmez.
Bir kez daha vurgulamakta yarar var.
Karayollarımızda dün yoğunlukla yaşanan, farkına varılan ama hemen her gün kendisini gösteren kanlı eylemler kaza değil cinayettir.
Durum böyleyken Türkiye’nin “yerli ve milli” görünümlü otomobil üretme sevdasına ne demeli?
Herşeyden önce düzenbazlıktır yapılan. Üretilecek olanın yerli ve milli nitelikte olmadığını sağır sultan bile duydu. Muktedirin duvara çarpa çarpa sersemlediği, başarı açlığı çektiği ortamda Pirus zaferine eşdeğer bir gelişme olacaktır yerli ve milli otomobil.
Bu anlamsız ve gereksiz ürün diyelim ki fabrikadan çıktı!
Kime satılacak?
Başlangıç hevesiyle sağlanabilecek satış başarısı sürdürülebilecek mi?
Son derece anlamsız ve gereksiz sorular sorduğumu fark edip burada kesiyorum.
Karayollarında yaşanan karmaşa ve ona eklenen kanlı sonuçlar kuraltanımazlığın ve sınır bilmezliğin ürünüdür.
Hiç kusura bakmasınlar! Ama, bu yaşanan cinayetlerin baş sorumlusu ülkeyi yönetenlerdir. Denetlemekle, sınırlamakla, caydırmakla ödevli yönetenler her evin önünde otomobil varlığıyla övünç duyacak denli kendilerinden geçmişlerdir. (Laf aramızda bu bilgi de yanlıştır. Ülkemiz insanlarının en az % 35’inin otomobil alma isteği bir yana otomobil sahibi olma olanağı yoktur).
Muhalefet geri kalamazdı elbette böyle bir durumda.
Hele bir iktidar olalım ÖTV’yi sıfırlayacağız türünden sayıklamalarla katıldılar koroya.
Son 20 yılda 3’e katlanan motorlu taşıt sayısı kesmemiş olmalı ki iki taraf da otomobillenme yarışını sürdürmeye kararlı görünüyor.
Kolombiya’nın çiçeği burnunda başkanı Gustavo Petro’nun şu sözlerini bizim siyasetçilerimiz işitmemişe benziyor.
“Uygarlık, yoksullar otomobil sahibi olduğunda değil, varlıklılar otomobil sahibi olmaktan vazgeçtiğinde gerçekleşecektir.”
Kitleyi değil bireyleri taşımayı amaç edinen karayolu tercihiyle ve onun ürünü yoz kültürle hesaplaşmadıkça dünkü türden haberlerin ve bu haberlere iliştirilen “kaza” nitelemelerinin sonu gelmeyecektir.
Bu kısırdöngünün sonlandırılması ise toplumcu ve akılcı yönetimlerin işbaşına getirilmesine bağlıdır.
Böyle bir ütopyaya ne kadar yakınız diye soranlara umutlu olduğumuzu söyleyecek durumda değiliz.
Ne yazık ki…

Yorum bırakın